İyi, Kötü ve Çirkin Kürtler

by Ozge İspir

Devlet Nevruzu Kutladı

Özge İspir

Türkiye’de sadece görülmek istendiklerinde görülür olabilen hayaletler var. Bu hayaletler sadece görülür olmakla kalmıyorlar, onlarla ilgilenenler için bir vicdan aklama aracı olarak da kullanılıyorlar. Görülür olma sıklıkları ne kadar tehlike oluşturduklarıyla belirleniyor.[1] Bu hayaletler arasında en sık Kürtler vizöre giriyorlar. Çünkü Kürtler’in vizörden çıkma mevzusu diğerlerininki kadar kolay olmuyor. Çok daha kalabalıklar, dünya kamuoyunca meşrulaşmış silahlı örgütleri var, meclise milletvekili sokabiliyorlar ve hala büyük bir tehdit teşkil ediyorlar. Bu yüzden de çok daha görülür ve çok daha gündemdeler.

Kendilerini ve dertlerini göstermek için 90 yıldır, savaş dahil olmak üzere her yola başvuran bir halkın neden özellikle son 8-10 yıldır görülür bir mevzu olduğu, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Bu 10 yılda ne yaşandı, nasıl bir toplumsal aydınlanma gerçekleşti ki görmezden gelinen kirli çocuklar birden bire arenalara salındılar ve onları görmeye karar veren kalemlerin duyarlılık malzemesi oldular? Cevap Türkiye’nin değişimiyse, neden bu değişimde içeriğe ilişkin bir ilerleme kaydedilmiyor, somut bir şey yapılmıyor ve bu mesele sadece bahsi geçen bir meseleden öteye gidemiyor? Kürtler’in siyasi talepleri, içeriği biraz değişmiş biçimde aynen devam ediyor. Değişen bir şey daha var. Artık hiç duyulmuyor değiller. Bahsediliyor ve duyuluyorlar. Fakat hala dinlenmiyorlar.

Son 20 yılı hatırlarsak değişimle ilgili belli başlı gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz. Süleyman Demirel 1991’de “Kürt realitesini tanıyorum” dedi. İyi ki tanıdı. O tarihten sonra, meşru olarak Vedat Aydın’la başlayan faili meçhul cinayetler ivme kazandı ve devletin Kürt realitesinden ve çözümünden ne anladığını gösterdi. 1925’ten beri yazılan Kürt raporlarına 1990’larda iş adamlarının yazdırdığı raporlar eklendi. O zamana kadar girişimlerini askerle ortaklaşa yürüten sermaye sahipleri, artık askeri yakasından silkmek istedi. Doğu ve Güneydoğu’ya daha hür, daha serbest girmesi gerektiğine karar verdiği için Doğu/Güneydoğu raporlarını açıkladı (Yalım Erez/ Doğu Ergil /Sakıp Sabancı). Doğu Ergil’in hazırladığı ikinci rapora kadar bu raporlarda genel olarak Pkk’yi askeri yollarla dizginlemek, bölgedeki Kürtleri ise bir takım yatırımlarla ve kültürel serbestliklerle ikna etmekten bahsedildi. Ergil’in ikinci raporu devlet ve Pkk’yi karşılıklı çözüme ve devleti Kürtler’in hakkını tanıyacak yeni bir anayasa yapmaya çağırıyordu. Patronların hazırlattığı hiçbir rapor askeri ve siyasi cenah tarafından olumlu karşılanmadı. 1991’de Recep Tayyip Erdoğan’ın da, Necmettin Erbakan’ın ricasıyla, Mehmet Metiner’le birlikte bir Kürt Raporu hazırladığını ve raporu hazırladıktan sonra 2005 Ağustos ayına kadar suskunluğa gömüldüğünü hatırlatalım.[2]

Kürtler için en makus tarihlerden biri olan Şubat 1999’da, Abdullah Öcalan hediye paketi içinde sunuldu. Hemen ardından Aralık 1999’da Mesut Yılmaz Diyarbakırlılar’a “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diye seslendi. 1992’deki Newroz’la birlikte bu savaşta başlı başına belirleyici bir öge olan ve sembolik anlamı yadsınamayacak Newroz, Öcalan faktörünün aradan kalkmasının rahatlığıyla 2000 yılında yasallaştı ve Kürt demeye dili varmayan kimi devlet erkanı, ilk yasal Newroz’la birlikte, sarı-kırmızı-yeşil atkılarla ateşin üstünden atlamaya başladı. Üstelik bu folklorik keşif sadece devlet erkanında değil entelektüel camiada da zuhur etti.

Öcalan’ın devreden çıkarılması, uzun soluklu ateşkeslerin bölgede daha rahat hareket edilebilirliği sağlaması, AB’nin dayatmaları ve sık sık Diyarbakır’a heyetler yollamasıyla birlikte (burada Noam Chomsky’nin Diyarbakır’a gelişini de anmak farzdır) Kürt sorunu, liberal yazarlar ve liberal akademisyenler tarafından ferahfeza ele alınabilir bir konu olarak görülmeye başladı.

Kürt sorununa el atmaya karar vermiş bu yazar ve aydınların bir kısmı 2002 genel seçimlerinde Dehap’ın dağıttığı seçim bildirgelerine imza attılar. Tabii ki o destek imzaları en fazla 50 civarında akademisyen-yazar kapsıyordu. Bugünkü gibi sayfalar süren profesör, sanatçı, akademisyen ve gazeteci dolu bir imza kampanyasından  bahsedilemezdi bile. 2006 Yılında Ali Bayramoğlu ve Fuat Keyman’ın başı çektiği bir grup aydın, ‘Aydın Girişimi’  manifestolarını yayımlayarak Kürt sorunu konusunda ne kadar hassas olduklarını gösterdiler. Pek çok yazar bu süreçte eski Dehap yeni Dtp’yi bölge particiliğiyle sınırlı kaldığı için eleştirdi. Bundan sonra Dtp’yi dizayn edecekler arasında sadece örgüt ve devlet değil, Kürt sorunu hakkında kendinde söz söyleme hakkı bulan tüm “aydın”lar da yer almaya başladılar.

2007 Seçimlerinde Dtp, Türk solunun entelektüel isimleriyle konsensüs oluşturdu ve bunun ilk meyvesi verildi. Dtp seçimlere Ufuk Uras ve Baskın Oran gibi  ‘Bin Umut Adayları’yla (Dtp- Ödp- Emep- Sdp koalisyonu) girerek hem Türk soluyla izdivaç etti, hem yüzde 10 barajını alt etmek için akıllıca bir yol bulmuş oldu, hem de yerelliğinden kurtuldu. Seçim çalışmaları devam ederken Dtp, Pkk’ye terörist dediği için Baskın Oran’dan desteğini çekip Doğan Erbaş’ı destekledi. Dtp kimilerince “yan çizmek”le suçlansa da Türk soluyla flört etmek için o kadar da Türkleşemeyeceğinin ilk sinyalini böylece verdi. 2007 Seçimleriyle meclise 22 Dtp’li milletvekili girdi ve grup oluşturdu.

Bundan sonra, önceden ufak ufak izlerini gördüğümüz ama bu kadar belirgin olmayan bir süreçle de karşılaştık: Kürtler için olmasa bile, kendileri için Kürt sorununa eğilmeyi vicdan ve sorumluluk bellemiş büyük aydınlarımızın, partiyi revizyon etme işlemi böylece başlamış oldu. Makbul Kürt, sadece siyasi iktidarın yaratmaya çalıştığı bir Kürt modeli değildi artık. Bu, Kürtler’i rahatça savunabilmeleri için aydınlarımızın da yaratmaya çalıştığı bir modeldi aynı zamanda. Kürtler makulleşsin ki, biz de köşelerimizden hem eşitlik ve sosyal adalet gibi kavramlardan vazgeçmeden, hem de iktidarla çok ters düşmeden Kürtler’i destekleyebilelim deniyordu.

Kürt meselesinin bir sirk çadırına, Kürtler’in ise turistik ve eğlencelik bir mevzuya dönüşümü böyle başladı. Köşelerinde çoğu zaman gerek romantik, gerek dramatik, gerek provokatif bir şekilde Kürt sorununa yer veren yazarlarımız, Kürtler’in nasıl olması ve nasıl davranması gerektiğine dair şablonlar yaratmaya başladılar. Ara sıra ne kadar duyarlı ve vicdanlı oldukları görülsün diye Newroz’lara katıldılar. Safariye çıkmış turistler gibi Kürtler’i keşfe çıktılar. Halay çektiler, puşi taktılar ve Kürtler’in aslında ne kadar sevimli ve mert olduklarını; hiç de kafalarındaki gibi olmadıklarını, basbayağı onlar gibi insan olduklarını keşfettiler! İstanbul’a döndüler ve köşelerine Kürtçe başlıklar atıp Kürtler’in taleplerinin dinlenmesi gerektiği konusunda yazılar yazdılar. Bir yandan kalemlerinden kardeşlik mesajları dökülürken bir yandan da “oranın insanı” ayrımını yaptılar. Kardeşlik belirtirken vurgulanan yer hep farklılıklardı. Kürtler hep bakılan, tasarlanan, resmedilen ve farklılığı çizilen ilginç  “kardeşler” oldular.

Birileri ağır bedeller ödedikten çok sonra, bir rant mecrası olan Kürt sorununa ve Kürtler’e yaklaşımı bir kaç tavırda örnekleyebiliriz. Bu tavırlardan ilki köşesinde Kürtlerden ve Kürt sorunundan en çok bahseden Cengiz Çandar’da  zuhur  edenidir. Çandar’ın yaptığı gibi iyi Kürt ve kötü Kürt’ün ayrımını yapmak, Kötü Kürtler’e had bildirmek en sık karşılaşılan tutumdur.[3] Yazısında da göreceğimiz gibi Çandar’ın ‘Böyle bir Kürt’ le neyi kastettiğini, kötü Kürtler’e ibret olarak gösterdiği kişiden bulabiliriz. ‘Böyle bir Kürt’ten kasıt, diğerlerine benzemeyen, taş atmayan, dağda olmayan, silahlanmayan veya özerklik gibi haklardan bahsetmeyen ve iktidara yakınlaşmakla itham edildiği için örgütle arası bozulan Muhsin Kızılkaya gibi Kürtler. Muhsin Kızılkaya’yı takip edenler, Kızılkaya’nın Yılmaz Erdoğan’ın arkadaşı ve Mehmed Uzun’un bacanağı olarak ünlü olduğunu ve önce Yılmaz Erdoğan’ın hatıralarını ve aşklarını yazarak sonra da Mehmed Uzun’un kitaplarını çevirerek yazar olduğunu bilirler. Kızılkaya, Kürtler’in sorununu kültür politikası çerçevesinde hep edebi bir dille estetize etmiş ve Türkler tarafından radikal olarak yaftalandırılan duruşlardan -en azından görüldüğü kadarıyla- kaçınmıştır. Cengiz Çandar’ın ‘böyle bir Kürt’ diyerek olumladığı Kürt tipini temsil edecek biridir. Çandar aynı yazıda ‘Böyle’lere benzemeyen ‘öyle’lere aba altından sopa gösterirken, onlara karşı neyin hakkı olup neyin olmadığı kararını da bir başına vererek kendini bu konuda iktidar ilan ediyor.

“Ben, ‘Türk basınının arkasındaki psikolojik savaş odaklarına’ girmediğim, hatta onların saldırı hedeflerinden biri olduğum için, Kürt siyasi hareketinin önde gelen unsurlarına, ‘Dilinize, kullandığınız sıfatlara, açıklama yaptığınız adreslere dikkat edin’ deme hakkına da sahibim.”[4]

Yani köşesinde Kürtler’den bahseden her “aydın”, iyi çocuk kötü çocuk tanımını yapmak ve kötü çocukları azarlamak hakkına sahiptir. Bu noktada normal bir tartışma ortamında pek de kabullenilemeyecek önermelerin, Türkiye’nin aşırı sağının yahut derin devletin tehditkar refleksleriyle tersinden meşruiyet kazanması durumu da var ki, 40 senedir devletin aktif baskısı altında binlerce kayıp vermiş oldukları halde taleplerinin genel bir eşitlik anlayışı içinde hala meşrulaşamamış; onun yerine şirinleştirilme yolunun seçildiği Kürtler’in genel durumuyla birlikte düşünüldüğünde meşruiyetin kaynağı konusunda bizi derin düşüncelere sevketmelidir aslında.

A MAN FOR ALL SEASONS…

Kürtler’e yönelik bir diğer tavır ise Ece Temelkuran’da görülen  “geçerken uğradım o sırada da Kürtlerin insan yönlerini anlatmaya karar verdim” manevrasıyla bu soruna dahil olan ve romantik bir şekilde Kürtler’i estetize etmeye çalışan tavırdır -buradaki insanlaştırma ve estetize etmede, ırkçılığa biri diğerinden daha yakın iki ayrı özcülük biçimi var ama bu başka bir yazı konusudur, meraklısı işe Edward Said okumakla başlayabilir. Ece Temelkuran, kendince belirlediği iyi Kürt’ü şiirselleştirirken, kötü Kürt’ü azarlama hakkını kendinde görenlerden.

09/06/2011 Tarihli Siyaset Meydanı izlendiyse, Temelkuran’ın gerek bu tavrıyla, gerekse Kürt sorununu sadece şiirsel bir maneviyatla ele alışıyla bu meselede nasıl sınıfta kaldığı görülmüş olabilir. Siyaset Meydanı’nda dile getirdiği düşüncelerin, ait olduğu etnisiteyle neden alakası olmasi gerektiğini bir türlü anlayamadığımız ancak Akp’yi savunduğu için makbul olmayan Kürt statüsünde daha fazla dövülmesi uygun görülen “Adıyamanlı Mustafa Abi”, söze “Şşşştt sorumu sorayım, bak siz Kürtmüşsünüz değil mi? Kürtsünüz” şeklinde başlayan Ece Temelkuran tarafından iki kez lanetlendi ve azarlandı. Son zamanlarda köşesinde sürekli Kürtler’i romantize edip tektipleştiren Ece Temelkuran, aynı programda “Akp’ye oy veren Kürtler ne olacak?” sorusuna cevap veremedi. Kürtler’in tektipleştirilemeyeceğini söyleyemezdi çünkü zaten bunu kendisi yapıyordu. Makbul Ermeniler’in hangileri olduğunu bütün dünyaya öğretmeye çalıştığı gibi, bu sefer de makbul Kürtlüğün dilbilgisi üzerinden bir insanı paylamayı kendisinde hak görebiliyordu. Kürtler tektipleştirilemez diyemediği gibi, ne özerkliğin ayrı bir devlet anlamına gelmediğini, ne tek-parti diktatörlüğü demek olmadığını söyleyebildi. Üstelik anadilde eğitim konusunda tatmin edici herhangi bir cevap da veremedi. Anadil tartışılırken “Ben Kürt değilim” deyip pası başkasına attıktan bir süre sonra “Ben kendimi Türk olarak görmüyorum” diyebilme keyfiyetini gösterdi. Adıyamanlı Mustafa Abi “kalpsiz” bir Kürt olduğu için keyifle dövülmeyi hakediyor, fakat dünya vatandaşı Ece Temelkuran zora gelince başkalarına yapıştırmakta beis görmediği kimlikten abrakadabra hilesiyle çıkabiliyordu. Oysa bir saat önce Adıyamanlı bir Kürt’e, kendisini ‘ezilen Kürt’ kimliğine hapsetmeme hakkını çok görmüş ve Kürt olarak Akp’yi desteklediği için daha okkalı bir fırça çekebilmişti.[5] Bu noktada araçsallaştırmaya yatkın aklın eleştirisi başka yerde yapılıp bizde pek umursanmadığı için yanıtını bir çırpıda kolaylıkla bulamayacak olsak da, AKP’ye oy vermeyecek Kürtler’e bölgece hoyratlaşan Başbakan Erdoğan ile BDP’ye oy vermeyecek bir Kürdü Siyaset Meydanı Tiyatrosu’nda hoyratça azarlayıp sözle dövme selahiyetini kendisinde bulan tepedenci Temelkuran arasında ne fark var diye sorabiliriz elbet.

Yine aynı programdan anlaşılan o ki Kürt sorunuyla ilgili yazdığı gezi yazılarında kendi vicdanını, duyarlılığını ve ne kadar büyük riskler aldığını ön plana çıkarmaktan, Kürtler’in sorunlarına yeterince çalışmaya fırsatı olmamıştı. Kürt sorunuyla ilgili yapabildiği en iyi şey Newroz’a katılıp Kürtleri dünya özcülük ve oryantalizm literatürüne geçebilecek şekillerde tasvir eden yazılar yazmak olduğu için Temelkuran’ın o geceki anadil konusundaki ortaokul öğrencisi kompozisyonu performansı çok şaşırtıcı olmamalı belki de. Ancak Emek Bloku’nun web sitesininin anadilde eğitim bölümlerini bile yeteri kadar karıştırmadığı bu kadar belliyken sahne almış olmasının vebali konusunu belki Bdp de düşünmeli: Otuzu aşkın sene ve kırkbin insanın hayatına malolmuş haklar meselesini demek ki taraftarlarına bile yeteri kadar iyi anlatamamışlar.

Kürtler’e karşı bir başka tavrın zuhur ettiği kişi ise yine Kürtler’i çok seven ve onlardan sık bahseden Ali Bayramoğlu: O da içindeki Kürt sevgisini ‘hem severim hem döverim diyen bir baba edasıyla çocuklarının kulaklarını çekerek gösteriyor:  “özellikle Kürt siyasi hareketi bu konuda taviz vermeyen bir tutum içindedir. Hatta tersine bu hareket, her geçen gün, düne ait çizgileri aşmakta, çıtayı yukarı çıkarmaktadır.” İnsan bu yazıyı okuyunca devamında  ‘bu ahval ve şerait altında, bizim Kürtleri desteklememiz imkansızdır. Ey Kürtler efendi olun!’ diyen bir cümle gelecek sanıyor değil mi? Hayır. Tam olarak öyle gelmiyor ama yazı çok benzer bir şekilde bitiyor: “siyasi iktidar bir adım ileri, Kürt siyasi hareketi bir adım geri atmalıdır”. Yani öncelik mağdura değil, mağdur edene verilmeli; sorunun çözümü mağdurun talepleri, mağdurluğunun giderilmesi yönünde değil de, mağdur edenin önceliği ve onun bakış açısıyla ele alınmalıdır. Kısaca ne şiş yansın ne kebap. Ya da ne yardan ne serden. Ali Bayramoğlu hem Kürt meselesinde konuşmuş oluyor hem de devleti incitmiyor. Kürt sorunu çözümünde önerebildiği şeyler, iktidarın Kürt sorununun çözümsüz kalmasına sebep olan tavrının aynısı. Bırakın iktidara bir şeyler söyleyebilmeyi, bu tutumla Kürt meselesi hakkında hiçbir şey bilmeyen veya bildiği şeyler kulaktan dolma bilgiler olan okuyucuyu bile aydınlatamazsınız. Bayramoğlu, Kürt sorununun bitmesini isteyen ve Kürtler’i seven bir aydın sıfatıyla bu meselede böyle bir tavır alırsa, aydınlatmakla mükellef olduğu insanların veya iktidarın tavrı tahayyül bile edilemez.

SENİ UZAKTAN SEVMEK AŞKLARIN EN GÜZELİ…

Kürt sorunundan çok bahseden fakat hiçbir şey demeyen ve hiçbir şey  yapmayan yazarlarımız, canları istediğinde Kürtler’e “fazla ileri gittin” deme hakkını da kendilerinde bittabi görüyorlar. Kürtler’e ehlivukufluk oynamaya çok meraklılar lakin aynı hırçınlığı ve hocalığı iktidara yapamıyorlar. Devlete ve siyasi iktidara karşı, Kürtler’in tek gerçek talebi olan ‘kolektif hak ve siyasi statü merkezli kendini yönetme’ meselesi konusunda esnek davranması, Kürtler’i bu konuda dinlemesi ve Kürtler’le bu konuda uzlaşması gerektiğini belirten bir yazı, söylem veya girişimde bulunmuyorlar. Yani ara sıra bulunur gibi yapıyorlar ama meseleyi ya ağızlarında gevelediklerinden ya da yarım ağız söylediklerinden diğer azarları duyduğumuz kadar duymaya fırsatımız olmuyor. Bu konuda aracılık yapmaları ve ellerini taşın altına sokmaları gerekirken onlar erke karşı maksimum hassasiyetle yaklaşıyorlar. Hatta konumlandıkları yer devlet ideolojisiyle aynı yer. Tek fark Kürtler’i sever gibi yapmaları.  Bu tavrın ve genel olarak bu bakış açısının altındaki imzalar Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel, Roni Margulies veya Cengiz Çandar’a değil de ulusalcı veya milliyetçi  bir yazara ait olsaydı bu yazılar aynı sükunetle okunur muydu bilemiyoruz.

Ne Kürtler’e sevimsiz görüneyim, ne de siyasi iktidarın şimşeklerini üstüme çekeyim niyetiyle girişilen bu ehlileştirme tavrının yakınlardaki bir örneği ise Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma, Adalet ve Yüzleşme Komisyonu üyesi psikoterapist Murat Paker’den geldi. Diyarbakır Cezaevi mağdurlarıyla ilgili bir çalışma yapan Paker, ‘Kürtler ve sorunlarıyla ilgili konuşmak bir psikoterapist olarak benim en tabii hakkım’ diye düşünmüş olmalı ki Pkk’ye katılımın önlenmesi konusunda verdiği röportajda şunları söyledi: “Bu genç Kürtler’i ikna edemediğimiz müddetçe, ki bu onlar için iyi bir şeydir, kazanımları olacaktır, yaraları sarılacaktır, Pkk yarın bu hükümetle bir anlaşma yapsa bile, ikna olmayan bu gençler yarın değil öbür gün, yeni, belki çok daha şiddetperver bir Pkk çıkarma potansiyeline sahiptirler. Ya da şehirlerde herhangi bir politik hedefi olmayan kör şiddet gayet yaygın biçimde artabilir. Türkiye’nin hakikaten en büyük meselesi budur”

Bunları söyleyen bir psikoterapist. Terapiye alıp tedavi edilmesi gereken kişiler olarak gördüğü ‘hastalar’, Kürt gençleri. Yani psikoterapist olarak ‘hasta’ diye konumlandırdığı kişiler, Kürt gençlerini şiddete yöneltenler değil de savaşın ve yarattığı koşulların seçeneksizliğe sürüklediği Kürt gençlerinin kendisi. Onların köşeye kıstırılmışlığa verdikleri tepkiyi ikna ve tedavi yöntemiyle “iyileştirme”yi düşünüyor.

Peki bu genç Kürtler’i neye ikna ediyoruz? Bu bakış, daha baştan Pkk’yi ve Kürtler’i şiddeti üreten ve savaşı başlatan yapı olarak konumlandıran bir bakış değil midir? Şiddetin sona ermesi için ikna edilmesi gereken, şiddetin nedeni değil de sonucu mudur? Neden devleti veya siyasi iktidarı değil de, Kürtler’i ikna ediyoruz? Murat Paker, bir psikoterapist olduğu için bu soruyu ona daha rahat sorabiliriz. Nefret söyleminin mağduru bir travesti size gelse ve mahallesinde her gün itilip kakıldığını, dayak yediğini ve komşuları tarafından ölümle tehdit edildiğini söylese bu sorunu “Karşılık verme. Karışma. Duymazdan gel, yoksa şiddeti bitiremeyiz” gibi bir ikna yöntemiyle mi çözeceksiniz? Sorunun nedeni olan mahalleliyi incitmemek için, sizden yardım istemiş olanı, onların diliyle ikna odalarında mı tedavi edeceksiniz? Nedeni ortadan kaldırmadan, sebep-sonuç ilişkisiyle soruna eğilmeden sonuca odaklanmak yöntemi psikoterapik bir yöntem midir, yoksa mevzubahis Kürtler olduğu için yöntem tersine mi işliyor?

Liberal aydınlarımız, gazetecilerimiz, akademisyenlerimiz ve yazarlarımız ehlileştirip beyazlaştırdıkları kadarıyla Bdp’nin seçim bildirgelerindeki imza kampanyasına destek vermekten geri durmuyorlar. Türkiye’de aydın olmanın ilk şartı imza kampanyasından geçtiği için etrafta “Kürtler şunu şunu yaparsa iyidir, şunu şunu yaparsa kötüdür. Kürtler özünde iyidir ama Pkk kötüdür. Devlet iyi Kürtler’le hemhal olmalıdır” mealine gelen ve altlarında yüzlerce aydının imzasını göreceğiniz imza kampanyalarıyla çok sık karşılaşabilirsiniz. Şikayetçi değiliz. Daha önce hiçbir yerde görmediğimiz insanların isimlerini kampanyadan kampanyaya bile olsa görüp hasret gideriyoruz. Fakat ne yazık ki bu insanların Kürt sorununu ele alış biçimleri sadece kültür politikası çerçevesinde olabiliyor. Siyasi söylem “Kürtçe’ye özgürlük, anadilde eğitime serbestlik”ten öteye gidemiyor.[6] Politiko-ekonomik hak isteyen mağduru kültür politikasıyla oyalamak genelde iktidarın taktiğidir. Bu sadece iktidara yarayan mağdurun sakızla kandırılmaya çalışılması, siyasi meselelerin çözümsüzlüğü konusunda zaman zaman tutarlılık arzeden coğrafyamızda üzerinde durulan bir konudur. Bu çeşit bir kandırmanın neden sorun çözmekten uzak olduğu konusuna, Ayda Erbal ve Talin Suciyan’ın yanısıra, yakınlarda Nuray Mert de çok geniş ele almamış ve teorik arka planını çok netleştirmemiş olmakla birlikte değindi.

Velhasıl Kürtler’in ilk derdinin politiko-ekonomik bir dert olduğu yazarlarca da görmezden geliniyor ve tüm sorun kültürel bir eksende ele alınıyor. Bu sorunların ele alınması sırasında, yeri geldiği zaman köşelerinden ve kürsülerinden devletin dilini kullanmaktan, Kürtler’i, sınırlarını kendileri belirledikleri bir formata girmeye zorlamaktan çekinmiyorlar. Bdp’yi örgütün ve Öcalan’ın etkisinde kalmakla eleştirirken kendileri de Bdp’ye başka bir tanzim uyguluyorlar ve buna uymasını şart koşuyorlar. Ama Kürtler’in gerçek talepleri için ellerini taşın altına sokmuyorlar. “Bir grup aydın” titriyle medyaya imza dağıtan bu kişilerden şimdiye kadar Kürtler’e destek olmak amacıyla neden ciddi bir boykot organizasyonu görmedik? Dahil oldukları herhangi bir kurumu -çoğu akademisyen olduğu için akla ders boykotuyla üniversiteleri çalışamaz hale getirmek geliyor mesela- işlemez hale getirerek devleti masaya oturma konusunda sıkıştırdıklarını neden görmedik? Hatta organizasyonu bizzat planlamalarını geçtik, varolan boykotlara bir destek bile veremediler. 12 Eylül Referandumu’nda anayasal düzenlemede yok sayılan Kürtler’in boykotunu desteklemek yerine, Akp’nin ne şahane demokrasi getirdiğini överek “evet” propagandası yaptı çoğu. Sonra da Kürtler’i ve partiyi revizyon etmek dışında, ne vicdanlı ve duyarlı bireyler olduklarını göstermek için neredeyse her gün köşelerinden “savaşı durdurun”, “gençler ölmesin” romantizmi yaptılar. Bu sayede hem tasasız bir solculuk yapıyorlar hem de Kürtler’i ne kadar sevdiklerini gösteriyorlar. Ne Kürtler’in sevgisinden mahrum kalıyorlar, ne de devletle ters düşüyorlar.

THE GOOD THE BAD and THE UGLY…

Geçtiğimiz seçim arifesinde de Bdp’liler aynı tavra maruz kaldılar. Kah azarlandılar, kah kabul gününe davet edilmek için şartları dinlediler. Örgüt ve devlet arasında sürekli bir tanzime maruz kalan ve sıkışan Bdp, bir de entelijensiya tarafından yeniden şekillenmeye zorlandı. Kendilerine ‘Bu şartları yerine getirirsen, fazla ses çıkarmazsan adam olabilirsin ve seni destekleyebiliriz’ dendi. 12 Haziran seçimlerinde milletvekili sayısını 36’ya çıkararak zafer sayılan bir sonuçla meclise girmeye hak kazandılar. Bundan sonra aydınların Bdp’ye karşı  tavrı olduğu kadar, Bdp’nin de onlara karşı tavrı önem teşkil edecek. Ona ne yapıp ne yapamayacağını söyleyenleri dinleyip entegre olmaya devam ederek mecliste “biblo” görevi mi görecek, yoksa varlık amacını hatırlayıp siyasetini buna göre mi şekillendirecek? Yoksa hem aydınlar, hem devlet, hem de örgüt arasındaki bunalmış halleri devam mı edecek?

Yanlış anlaşılmasın; Bdp ve örgüt eleştirilemez demiyoruz. Sadece Kürtler’in yanındaymış gibi duran bu katatonik ve gamsız duruşun aslında eşitlik yerine devletle yer yer nasıl aynı iktidar dilini konuştuğunu göstermeye çalışıyoruz. Zaten Pkk ve devlet arasında sıkışmış bu yapı, bir de Türk ‘aydın’ının baskısıyla iyice nefessiz kalıyor. Hareket alanı daracık oluyor. Evcilleşiyor, popülistleşiyor, Türk soluyla cilveleşmek zorunda kalıyor, yeri geliyor Müslümanlığını ispatlamak için İslamize oluyor ve meydanlarda namaz kılıyor, yeri geldiğinde Kuva-yı Milliye ruhuna bürünüp Kurtuluş Savaşı’na ve bu savaşın nasıl Türk-Kürt ortaklığıyla kazanıldığına dikkat çekiyor ama hala yaranamıyor. Bu kadar birbiriyle çelişen mahallelerin hepsini birden memnun etmeye çalıştığı için asıl memnun etmesi gerekenleri es geçiyor.

KCK Operasyonu

Bu tavır kimlere yarıyor? Kürtler ve onları temsil eden parti dışında herkese. Köşelerinde Kürt sorunu, barış, çözüm gibi meselelerden ancak devletin izin verdiği çerçevede bahsetmek ve imza kampanyalarına isim vermek sadece kendi halkla ilişkilerine yarıyor. Hem duyarlı, hem Kürtperver, hem de aydın kimlikleriyle rahat rahat uyuyabiliyorlar. Hem de iktidarın hışmını üstlerine çekip başlarını pek de ağrıtmıyorlar. Kimse hapsedilmesin elbet ama iki gazeteci hapsedildi diye sokaklara dökülenlerin, geçen yazdan bu yana 2000 üzerinde Kürt siyasetçisinin hapsedilmesi konusunda toplu olarak kıllarını kıpırdatmış olmamaları manidar bile değil düpedüz ayıptır.

Devlet bu işten zaten memnun. Çünkü ülkesinin muhalif ve aydın sıfatını taşıyan yazarlarının kendi yolunda ilerlediğini bilmenin mutluluğuyla müreffeh. Biliyor ki o yapmazsa, köşesinden ve kürsüsünden biri çıkacak ve Kürtler’e azar çekip iyi Kürt olmanın yolunu öğretecek. Gelin sizi tedavi edelim, bize taş atmayın ki bu sorun çözülsün diyecek. Bdp bir boykot planlarsa onu ehil yola çevirecek ve yalnız bırakacak.

Biz Kürtler’i çok seviyoruz. Hala onlardan bir prens/prenses yaratamadık ama devlet-entelijansiya el birliğiyle gırtlaklarına binip öpmeye devam edersek, inanıyoruz ki bu çirkin kurbağalar, bir gün güzel bir prense/prensese dönüşecekler.


[1] Örneğin Ermeniler’in sadece 19 Ocak ve 24 Nisan anmalarında görülür olabilmeleri ve sorunlarına dair hiçbir şey söylenmemesine rağmen vicdanları aklamak için kullanılmaları gibi.

[2] Tayyip Erdoğan’ın hazırladığı raporun genel başlıkları şöyleydi.

  • Kürt sözcüğünün kullanılmasından çekinilmemeli, resmi ideoloji sorgulanmalı
  • Kürt kimliği ve kültürünün tanınması ve geliştirilmesi için engelleyici tüm yasalar kaldırılmalı
  • Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Kürtçe’nin öğretilmesi için yasal imkanlar hazırlanmalı
  • Bu haklar diğer halklara da (Laz, Çerkez, Gürcü Arap vs) tanınmalı
  • Dileyen herkes anadilinde eğitim-öğretim yapabilmeli
  • Dileyen herkes anadilinde kitle iletişim araçlarından yararlanabilmeli
  • Türk ve Kürt ırkçılığına eşit ölçeklerle karşı çıkılmalı
  • İnsan hakları konusunda duyarlı bir politika geliştirilmeli

[3] Kötü Kürt, içeriği sürekli değişen bir tanımdır. Örneğin liberal yazarların kötü Kürt’ü Akp karşıtı iken, kendilerini solla ilişkilendiren yazarların kötü Kürt’ü Akp taraftarıdır.

[4] a.g.g.y.

[5] 9 Haziran 2011 tarihli Siyaset Meydanı. 2. saat 48. dakika.

[6] Hatta bu bile yapılamıyor. Ana dilde eğitim konusu üstünde hiç düşünmedikleri için yapılan tartışmalarda anadilde eğitime karşı olan insanların sorularına cevap veremiyorlar. Ana dilde eğitimin çeşitli modelleri (Örneğin Bask bölgesi içi değişik modeller) ile iki dilde eğitim (dual acquisition) farkı bilinmediği için mutlak anadilde eğitime karşı olan Cüneyt Ülsever, anadilde eğitime taraftar olan  Ece Temelkuran’a Amerika örneğini verebiliyor ve Ülsever’e karşı karşılaştırmalı savunma yapamayan Temelkuran pası başkasına atmakla yetiniyor (bkz. 9 Haziran tarihli Siyaset Meydanı).


30 Comments to “İyi, Kötü ve Çirkin Kürtler”

  1. Bu yazi, elestirdigi olguya benziyor ne yazikki. Türkiyedeki aydinlarin belki en temel sorunlari, bir white privilege olarak her konuda fikir belirtme hakkini kendilerinde görmeleri, yazar da buna deginiyor zaten. Burdaki temel sorunlardan bir tanesi, bir konuda fazla okumadan, arastirmadan, derinlemesine düsünülmeden her konuda ulu orta fikir beyanlarindan bulunmak. Bu yüzdendir ki Türkiyede, bugün ‘aydin’ olarak referans verdigimiz bir cok kisi sonucta köse yazarlari olmalari sasirtici degil. Ancak ne yaziki bu yazida da ayni eksilik mevcut: yazinin ilk paragraflarindaki yanlis bilgiler ve carpitilmis anlatimlarindan anlasiliyorki, yazar ne Ismail Besikci okumus, ne McDowall, ne Mehmet Bayrak, ne Mesut Yegen vsvsvs, yani ya Kürt tarihi hakkinda yeterince okuma yapmamis (devlet Kürtler hakkindaki raporlari 1935 degil, 1925 yazdirmaya basliyor, 1990larda sadece is adamlari degil, yine devlet kendisini 3 rapor hazirlatiyor, yani Yalim Erez’in rapor’u Özal’in hazirlattigi bir rapordur; Demirel 1992’de degil, 1991 Kürt realitesini tanidi; Mesut Yilmaz ‘AB yolu Diyarbakir’dan gecer” ile Öcalanin yakalanmasina yapilan iliskilendirmede, aradaki Helsinki karari atlaniyor vsvs; son 8-10 yilda Kürtler görünürlük kazandi tezini olusturmak icin 1990lardaki HEP DEHAP ve o dönemdeki ‘aydin’ girisimleri göz ardi edilyor vsvvs yani kafasina göre bir tarihce sunuyor) veya bu tür temel bilgileri dogru yansitacak kadar özenerek yazmamis bu yaziyi. Türkiyedeki cogu “aydinlarin” paternalistik ve arabulucu konumlarini elestirmek pek zor bir challenge degil, zaten miladlari da dolmus, ancak Cengiz Candar’i elestiriken, neden PKK her toplantisina kendisini cagirmasini de sormak gerekiyor, to say the least. Daha fazla ayrintiya girerek bir ikinci makale yazmak niyetinde degilim, sadece aydin elestirisini bu tür ekletik ve eksik bir cerceve de yapilmasini ben sahsen dogru bulmuyorum. Azadalik blogunda citayi biraz daha yüksek tutacagimizi umuyorum, yoksa özde son derece önemli olan bazi elestirinin inandiriciligi güme gider, en azindan benim icin.

  2. Merhaba Bilgin,
    Bahsettiğin tarihsel hataları düzelttim, uyarı için teşekkürler. Fakat yazıda asıl değinmek istediğim bu tarihsel detaylar olmadığı için onları üstün körü geçtim. 1990’lardaki HEP_DEHAP ve tüm aydin girisimlerinden bahsetmemem bu yuzden. bu tarihsel ana noktaları hatırlamayanlar icin ufak bir hatırlatma niyeti var ama yazının temel niyeti bunları ele almak değil. son 10 yılın belli başlı ana başlıklarını üstünkörü hatırlatmak. bunlar detaylı incelemek istedigim konular olmadıgı icin yazılmadı. dolayısıyla tarihsel hatalar filan da gözden kaçtı.
    “Ab yolu diyarbakır’dan geçer” den sonra alttaki paragrafta tek cümlelik Ab meselesinden bahsedilmesi de bundan; yazıda tartışmak istediğim meselelerin bu tarihsel dönemler olmaması. bir kürt sorunu tarihi yazmak istemedim. dolayısıyla bahsettiğin “hata”ların düzeltilmesi gerektiğini fakat yazının içeriğini pek değiştirmeyeceğini düşünüyorum. yazının asıl değinmek istediği mesele “aydın”ların arabulucuk oynarken bir yandan da ehlileştirme işini üstlenmeleri veya birilerinin acısından bahsederken bunun kendilerine nasıl bir rant getirdiği. Yazıda genel olarak aydınların bu tavırlarına rağmen neden hala parti ve örgüt tarafından dinlenildiklerine de değinmeye çalıştım fakat yeterince anlaşılır olmamış demek. Yine de asıl tartışmak istediğimiz meseleye değinmişsin. biz de zaten bunun tartışılmasını istiyorduk. Cengiz Çandar bunları yaptığı halde neden hala örgüt toplantılarına çağrılıyor mesela?

  3. Simdi cita yükseltmekten bahsederken bu noktanın tam da yazıda, günümüzde aydın olma kriterine yapılmış eleştirilerden biri olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki; bu konu hakkında yazarken, öyle kamyonlarca kitap okuyup olmayan, yazılmamış, bir türlü yazılamayan Kürt tarihine bakmaya gerek yok. Bunu ancak üç-beş kişinin okuyup muhattap alabileceği, sözüm ona bilimsel çalışmalarda yapabilirsiniz; bunu da beraberinde tabii ki okumuş, yalayıp yutmuş, ancak bundan başka da bir şey yapmamış, aynen yazıda bahsedilen aydıncıklar yapabilirler. Oysa yazı çok etkili bir dille, yazarın dediği gibi şundan bahsediyor: “mesele “aydın”ların arabulucuk oynarken bir yandan da ehlileştirme işini üstlenmeleri veya birilerinin acısından bahsederken bunun kendilerine nasıl bir rant getirdiği”. Bunun habitus’unu, zartını zurtunu yazmak aynen yazıda eleştirilen, aydın olma rolune bas koymus olanlara kalmıştır kanımca.

  4. sunu da söylemeden gecemeyecegim. yaziya ilk elestirinin dilindeki, aydin olmanin gerekliligini yerine getirircesine uygulanmaya konan epistemik siddeti ne yapacagiz, bilemiyorum. bu epistemik siddet, yazarı, cok hakli, dogru bir noktadan ve oturakli bir yazi yazmis olmasina ragmen, bir cumle icinde defaten apolojetik bir tavır takınmaya mecbur bırakmıştır. aydin olmanin ilk kriteri basarilmis demektir!

  5. ‘Pkk ve devlet arasında sıkışmış bu yapı’ diyerek BDP’yi tanımlamak yazının temeli olan ‘THE GOOD THE BAD and THE UGLY’ mantığının bir diğer ayağı değil mi? Kürt meselesini tartışırken özne (agency) sorununu bu kadar dar bir kalıba sığdırmaya çalışmak da ayrı bir klişe olmuyor mu?Ayrıca söylenenlere (ve/veya yapılanlara) bakmaktan çok söyleyenlere ilişkin, hele de ‘ne kadar hakları var konuşmaya’ diyerek, tartışma yürütmek de ayrı bir ‘hak/ haklılık’ temeli ortaya çıkarmaz mı ? Ki bunun haklılığı/ meşruiyeti de en az eleştirilenler kadar rahat tartışma konusu olabilir.

  6. Belli rahatsızlıklar çevresinde toplaşmış bir avuç insanın en azılı eleştirileri birbirlerine yöneltebildikleri bir ortam–rüya mı görüyorum, kabus mu, yoksa sadece bir blog mu. Bence sonuncusu. Bilgin: Vallahi naçizane izlenimim, burada bir çıta yükseltme kaygısı varsa, bunun genelgeçer, varsayımsal ve kavramsal bazı argümanların neden, nasıl yapılamayacağını anlatmak üzerinedir. Yani zaten bunları görüp, mesele edinip de kendini yalnız hissedenlere “oh be, rahatladım” dedirtmek, görüp de dillendir(e)meyene “hah, işte tam da öyle düşünmüştüm, dilimin ucundaydı” dedirtmek, o konuda önceden bir rahatsızlığı olmayana da “hımm, evet böyle bakmamıştım doğrusu” dedirtmektir… Yoksa ben herhangi bir akademik araştırma, yani yeni, sağlam bir bilgiye dayalı tamamen özgün bir argüman yaratmak ya da kaynak olarak kullanmak istersem, bu blogumuza başvuracağımı sanmıyorum. Eğer gördüğün ana mesele “(Çok) yapılmış eleştiri” ise, hani, nerede, ve nasıl–nasıl, ki kimse tınmıyor, nerede, ki bir etkisi olmuyor, ve nerede… ki biz çok yapıldı zannediyoruz–bazı akademik vs ortamlarda sürekli konuşuyoruz çünküç

    Gelelim genelgeçer, varsayımsal ve kavramsal argümanları sarsmak noktasına… “Bilgi”yi bundan ayırmıyorum elbette, ve eleştiregeldiğimiz bir takım yazar-“aydın”ların ürünlerinde, bilmediği etmediği konularda fikir yürütmeleri başta gelen şikayetlerimizden biri olabilir. Ancak ben bu “bilmek”den gerçekler (fact) kadar teorik yaklaşımları da anlıyorum. Bununla kastim aşırı ve yüksekten bir teorizasyon değil; hatta temel, çok temel bazı farkındalıklar sözkonusu olan, ki, işin ironik tarafı, bunları “farketmek” için teorisyen olmaya gerek olmadığı gibi, akademisyen, alim, ve hatta teorisyen olmanın da her zaman garanti teşkil etmediğini biliyoruz. Ancak bilgilerimizin doğruluğu ve kesinliğinin yorumlarımıza ciddi bir değişiklik getireceği de yadsınamaz. Daha da ileri gidelim: A kişisinin “cahilliğini” yahut “özensizliğini” eleştirirken B kişisininkini görmezden gelirsek, bu ancak partizanlık yahut siyasi vs. kayırmayla açıklanabilir… Bilgin’in eleştirisini bu yönden takdir ediyorum. Şu yönden de eleştiriyorum: Bilgin, düzelttiğin bilgi yanlışlarının hangisinin yazının argümanı için belirleyici bir etkisi var, söyler misin lütfen? Yoksa yazının argümanı ile ilgili, “çok yapılmış eleştiri” gibi bir tesbit dışında bir sorun mu var? Sonuç olarak, çıtadan bahsediyorsak, bir yazı-kitap eleştirisinde sadece “factual” hatalar değil (bunların fazlaca bulunması genelde not düşülür) varsa bunların argümana etkisi odak noktası olmalı… (Sıraladıklarında HEP DEHAP 90’lar bana görece önemlice gözüktü). Velhasıl hata çokluğu elbette bir “kalite” göstergesidir, argümanın kuvveti, yazının uslubu, yapısı ve her şeyi gibi. Ancak açık söylemem gerekirse, ne bu yazıdan, ne senin cevabından aklımda sözkonusu “şaibeli” tarih ya da gerçekler kaldı. Çünkü bu yazının ve bu mecranın amacı, odak noktası bence bu değil. Şunu da merak ediyorum, “A kişisinin, yakından baktığında, görüşlerindeki fecaat itibariyle devletten ne farkı var,” gibi bir önermeyle, “B kişisinin, bilgisizliği ve özensizliği itibariyle, A kişisinden ne farki var” gibi bir önerme, nasıl karşılaştırılabilir acaba? Bunların arasındaki ilişki nedir, nasıl temellendirilir?

    Son olarak, hepimiz uzman olduğumuz konularda bilgi hatalarını kendi içerisinde çok büyük boyutta algılıyoruz, birikimlerimiz, vardığımız yorumsal zenginlik ve çelişkiler yanında “değip geçen” yazılar hayret verici oluyor. Ancak mesele tekrarsa, bazı şeylerin tekrarından zarar gelmez–içi boşalmadıkça bazı farkındalıkların “koyma akıl” değil, “oyma akıl” olması gerekiyor, bu epistemolojik terör erbabı atasözüne sığınacak olursam…

  7. yazara ve elestirenlere tesekkur ederim, ozge ispir’in ortaya koydugu problemin daha da cok tartisilabilmesini isterdim. benim turkiye’de siyasete iliskin onemli meselelerimden biri, kurt siyasi hareketinin ve solun deger verdigi sembolik seckinlerin hicbir liyakat ilkesine uymayan bir bicimde starlastirilmalari, korunakli mekanlarindan evet biraz turistce kurt, ya da arap ya da porto alegre mahallelerine girmeleri, siyaseti estetize etmeleri. o yuzden radikal gazetesini hicbir zaman benimseyemedim ve bunu da cevremdekilere anlatmakta gucluk cektim, zira onlarin cogu radikalle ya da onun salgiladiklariyla besleniyorlardi. eyup canla birlikte bir degisim yasaninca (sirri sureya bu degisimin onemli bir figuru olarak secildi) bir kismi bu gazeteden yuzgeri etti ama kurt meselesinin liberal dogmalarla sarilip sarmalanmasinda ve “politiko-ekonomik hak”larin yalinkat bir kultur politikasina tercume edilmesinde bu tur gazete kosecilerinin ve ozgenin kastettigi akademisyenlerin onemli payi oldugunu dusunuyorum. uzun zamandir ece temelkuran ve benzeri kimselerle ilgili arkadas sohbetlerinde kendimi hep yalniz buldugum icin okurken duygulandigimi bile soyleyebilirim:)) “bilgi”nin ve elestirinin onemli oldugunu soylemeye gerek yok belki ama burcu gursel’in dedigini onemsiyorum, bazan “cok yapildi” zannediyoruz ama acik tartismalara ne akademide, ne siyasi orgutlerde, ne de baska yerlerde cok rastlamiyorum sahsen bir solcu akademisyen olarak…

  8. Ben de aslinda Ahmet Alkaya’nin bahsettigi noktanin cok onemli oldugunu dusunuyorum. Yani, Parti’yi, PKK ile devlet arasinda sıkışmış bi ryere oturtmak ne kadar doğru? BDP hicbir tercihi, edebilme, secebilme yetisi olmayan bir magdur grup mudur? Yazarın çok isabetli bir şekilde problematize ettiği, “Kürt meselesini yeni keşfeden Türk aydını” karakterinin, Kürt meselesini ağzına almaya başladığı 2000’li yılların başında, bu “arada kalmak” ve dolayısıyla “mağdur” olmak söylemine sıklıkla başvurulurdu. Yani, Kürtler, PKK’yle devlet arasında sıkışmış, hiçbir seçme hakkı ve gücü olmadığı için sadece arada kalabilen, mağdur, ve tektip bir grup olarak resmedilirdi. Hatırlıyorum, akademik-politik tartismalarda hem devletin hem de PKK’nin koy yaktigi, halkinsa magdur oldugunun uzerinde israrla durulurdu.

  9. Merhaba arkadaşlar,
    tüm eleştiriler ve destek için teşekkür ederim. Bilgin’in bahsettiği mevzuda Burcu, Zana ve Gülseren’in yorumlarına özel teşekkür ederim.
    özellikle Ahmet ve Nilay’ın üstünde durduğu noktaya değinmek istiyorum. Zamanım olursa bu yazıda yanlış anlaşılan yerleri detaylı anlatan kısa bir yazı yazmaya gayret ederim ama o zamana kadar gelen eleştiriyi cevaplamak istiyorum. Bdp, Pkk’den ve devletten bağımsız bir yapıdır. Fakat Pkk ile bağı yadsınamaz. Genelde konsensüsle hareket ettikleri düşünülür ki bence doğrusu budur. Çünkü Pkk’yi siyasal olarak muhatap görmeyen bir iktidar var ve Kürt Sorununun çözümü Pkk’siz veya Pkk’yi yok sayılarak yapılmaz. Değinmeye çalıştığım şey, devlet Bdp’yi muhatap almak için hizaya sokmaya çalışıyor ve Pkk’den kop diyor. eğer ondan koparsan seni muhatap alırım diyor. Bdp Pkk’den neden kopsun? Fakat devletle muhatap olmak da istiyor ve bunun için entegre oluyor. Bu sefer de örgütle tam anlamıyla anlaşamayabiliyor. Şahsi olarak Bdp’nin Pkk’yle konsensüsünün gerekliğinden yanayım fakat devletle pkk’nin sidik yarışında arada kaldığını düşünüyorum. bu “arada”lık Mahsun Kırmızıgül’ün filmindeki gibi ikisinden de şikayetçiyiz ama kurtulamıyoruz aradalığı değil. Nilay, bahsettiğiniz şey Anadolu’dan Görünüm’de de sık olurdu, hatırlıyorum. Fakat benim kastettiğim şey böyle bir şey değil. Bdp’nin Pkk’den kopmak isteyip de kopamaması değil. Pkk’den kopmak istemeyip devlet tarafından buna zorlanması. şahsi düşüncem budur ve “arada”lıkla bunu kastediyorum. umarım iyice ifade edebilmişimdir.

  10. Herkese merhaba, Zana’nin epistemik siddetle ilgili soyledigine, hem Gulseren’in soyledigi bir noktaya iliskin birkac birsey soyledikten sonra Ozge’nin hem yazisina hem de biraz onceki yorumuyla ilgili kafamda olani soyleyecegim. Ben Bilgin’in elestirisini mesela ayni zamanda soyle okuyorum Zana. Bilgin de, ben de, bu konularda cesitli sekillerde beyaz olmayip da kafa yoran herkesin de basina gelmis soyle bir sey vardir mutlaka: (Burada beyazligi sinifsal/etnik bir ayricalik durumu olarak aliyorum. Bu Turkluk, Kurtluk, Ermenilikten daha ziyade ozellikle Kurtluk ve Ermenilik durumunda ana beyaz akim tarafindan belirlenmis/ benimsenmis ve mesru sayilan bir makbulluk durumuna tekabul ediyor. Elbette ozenle beyazlatilmis Kurtler ve Ermeniler de var. Ben mesela icine dogdugum etnisite itibariyla degilse de aldigim egitim silsilesi nedeniyle beyaz sayilabilsem de su andaki konjonkturde soylediklerim hic marjinal olmadigi halde Turkiye baglamina 2011 yilinda marjinal gelebilecegi icin de makbul degilim, dolayisiyla beyaz da degilim. Bunlari basimiza gelebilecekler/ gelmisler konusuna giris olsun diye anlattim) Beyazlar onbinlerce kez hata yapabilirler, hem ideolojik olarak cok sorunlu hem cok kotu sipinisi kitaplar, makaleleler yazabilirler ama her seferinde sirf bu meselelerle, baska beyazlarin aksine, ilgilendikleri ve iyi niyetli olduklari gerekcesiyle hicbir sekilde bizlerin elestirildigi kadar elestirilmezler. Yani bizlerin icine dogdugumuz durum nedeniyle kacamadigimiz konulara onlar su bu rant, bu su keyfiyet yahut kisisel tatmin nedeniyle dahil olsalar bile -ki dahil olmadan da onlarca yil yasayabilirler- bu kendi basina arti birsey sayildigi icin bizim mutesekkir olmamiz beklenir. Bu arada son derece ozcu yahut irkci seyler soylemisler, bunlarin hepsi bir degnek sihriyle mesrulasabilir. Velakin eger bunun binde biri kadar bir hatayi biz yaptigimiz zaman, bir onceki kategorideki yazan cizene hicbir sey soylemeyen muhteremlerin hepsi o kucuk hataya takilip, ondan genel argumani duymamayi becerebilecekleri bir sey cikarabilirler. White privilege (beyaz ayricalik) gibi bir white deafness (beyaz sagirlik)/ wallness (duvarlik) kuntluk durumu da vardir yani. Esas argumana rezistanslarinin nedenini anlamak yerine bu pireden deve yapma egilimine kaptirip topu sonsuz kere taca atabilirler -bu arada siz tepinip durup mide hastasi, kalp hastasi filan olursunuz o ayri. Psikolojik nevrozun cesitli bicimlerinin daha cok bir azinlik ya da kadinlik sorunu (kadinlarda daha yuksek rastlanir olmasi itibariyla soyluyorum, yoksa her kadin nevrotiktir anlaminda demiyorum) olmasi da bundan mutevellittir. Yani Zana demeye calistigim sudur: Bir cesit epistemik siddet zaten meseleye ickindir, Fanon’du galiba bunu diyen, biz o beyaz gozu icsellestirerek basliyoruz pek cok seye, tabii bu boyle olmasa cok daha iyi olurdu zira ben de sahsen Ece Temelkuran kadar selahiyetim olsun, hic anlamadigim, kendi hikayemi anlattigimi sandigim karakterlerden daha fazla onemsedigim surece de anlamanin pek mumkun olmadigi insanlar ve onlarin deneyimleri hakkinda hafif, laylaylom seyler yazabilmeyi isterim -cikan edebiyat beni tatmin edeceginden degil, yazarin karakterlerinin uzerine ciktigi yerden iyi edebiyat cikmaz zaten de, salt o rahatlik hissini tadabilmek icin. Ama o yazabilir, benim bir tek cumlem deve olur. Oyuna yapisal olarak esitsiz bir yerden baslayan ben, bu lutufkarlik karsisinda susup oturmali kendisinin Kurtleri, Ermenileri son derece sorunlu sekillerde cercevelemesine salt bizimle ilgilenmeyi tercih etti diye saygi gostermeliyim – Gulseren sen de gostermelisin (dalga geciyorum elbet!) Ama durum budur yani, mesela iyi niyetle bina yapsaniz ve bina cokse, iyi niyetle yapmistim diye mesrulastiramazsiniz, ceza alirsiniz, ruhsatiniz elinizden alir, ama sosyal / siyasal meselelerde salt iyi niyet nasilsa kendi basina bir deger oluverir -ki degildir, kaldi ki ciddiyetin kendisi zaten iyi niyetten ayri bir sey degildir. Bir onceki beyaz adam ile siyah adamin hata yapmalari ve bunun degisik epistemik dizgelerle degerlendirilmesi meselesine geri donersek -mesela Hrant Dink’in basina gelmis olanda da yukaridaki gibi bir seyin izlerini bulmak da mumkun degil midir? Diyecegim o ki citayi yukseltmeye takmislik da biraz bundandir diye dusunuyorum ben: Yani karsindakinin satranc tahtasinda yapacagi butun hamleleri onceden bilen usta bir satrancci olmak zorundadir bu azinlik kisi… Dolayisiyla buradaki sadece bir cita yukseltme meselesi degil salt, basimiza gelecegi bildigimiz icin bir hasar kontrolu durumu -Hrant Dink’i 19 Ocak’ta kesfetmemis ve yakindan okumus birisi, Dink’in butun soyleminin bu bilgiye vakif olma etrafinda kuruldugunu teslim edebilir. Bu yukarida soylediklerimi mutlak bir azinlik durumu olarak almayalim, yani butun azinliklar boyledir demiyorum ama argumani saglam kilabilecek yeter sayida azinlik entelektueli bulabiliriz gibime geliyor nacizane.

    Simdiii gelelim diger onemli meselelere -ki Ozge’nin gelebilecek baska elestirileri de bekleyip baska bir yaziyla bunu takip etmesi yanlisiyim ama o zamana kadar sunlari sormak / soylemek isterim kendisine. Yazida bir kac arguman var -bir tanesi selahiyet meselesi, ki benim anladigim Ozge Bdp ya da orgut elestirilmesin demiyor ancak bu yapilirkenki paternalistik tavirla bir derdi var -burada Kurtler biraz gelisme ozru olan kardesler gibi sanki, hep bir ehlilestirilme, akil verilme durumu var gibi yaniliyor muyum… Ama Bilgin’in yukarida sordugu “hal boyleyse” ki boyle gibi, “o zaman Candar niye toplantilara cagriliyor?” sorusu onemli bir soru bence. Yani boyle bir tek tarafli iyi Kurt’u secme yok gibi, karsi tarafta da bir muhatap secme erki var gibi duruyor -yaniliyor muyum? Simdi tabii soyle bir sey var, bu iki secme arasinda birinin digerine yapisal olarak ustun olmasi nedeniyle bir esitlik ya da kosutluk yok: Demeye calistigim bugun Cengiz Candar’in konusmasiyla, herhangi bir Kurt entelektuelinin Turklere konusmasi arasinda, Turkiye’de argumandan once etnisiteyi gormek gibi baska cesit bir irkcilik hastaligi oldugu icin (bu sadece sagin hastaligi degil bu arada), Candar, genel halk tarafindan, diyelim Mesut Yegen’den daha cok dinlenecektir. Ozge belki ikinci yaziyi yazarken bu zaten yapisal/tarihsel olarak ayricalikli olan gruba “Devlet soyle soyle yapsin/ orgut de boyle yapsin” gibi bir ortada dururmus gibi yapma halinin neden aslinda devletin soylemine daha yakin durdugunu ya da isine yarayabilecegini anlatmali… Ben nacizane bunun cok iyi anlasildigini sanmiyorum -mesela Ermeni meselesinde de inkara ve kabule ayni uzaklikta durmak gibi tarafsiz oldugu sanilan bir felsefi durus noktasi esasen mumkun degil yani. Bunun iyi anlatilamadigi durumda sanki A, B, C kisileri devletin entelektuelleridir gibi bir yere cok rahatlikla cekilebilir arguman -ki meseleyi anlamamakta direteceklerin yapacagi ilk sey budur, bu tarafa cekilmenin engellenmesi icin yazinin ikinci bolumu olacaksa ornekleri cogaltarak bu bir sey soyluyormus gibi yapip a) ya devletten de cok farkli birsey soylemiyor olmayi b)soylenen her neyse iktidarla ayni olmasa da netice itibariyla iktidarin da hayir demeyecegi bir denge noktasina isaret ettigini ve bunun da zaman zaman kabul edilemez oldugunu anlatabilmek gerekli diye dusunuyorum. Sonucta biz ne dersek diyelim, meseleyi silahli kulahli adamlar cozecek gibi duruyor ama bu tartismalarin yine de bir muddet sonra insallah gelecek kurumsal taahhutlere ve kurumsal kafayapisinin icini doldurmaya, otekinin dertleriyle ugrasirken oteki uzerinde yeni guc/iktidar bol/yonet iliskileri kurmamaya bir faydasi olur diye umit ediyorum. Herkese selamlar, sevgiler…

  11. Sevgili Ayda, dediklerine yuzde bir milyon katiliyorum. Ancak benim tartistigim bu degildi; zira Özge Ipsirli’nin kendi yazisinda elestirdigi de bu beyazlik. Ancak ben sunu gercekten anlayamiyorum: bir gazete yazisini (veya blok yazisi da ayni sey) term-paper okuyup marjlarina not alir gibi asagilamayla karisik elestirmek, yapamamissin-olmamis demek nasil bir uslup (veya uslupsuzluk) tur ben gercekten anlayamiyorum. Buradan mi ortaklasacagiz? Yani burada gündelik hayatin bilgisini ille de akademi suzgecinden gecirmek zorunda miyiz? Akademik tarz olmazsa olmaz midir? Belirli sablondan dogru yazmak tek dogru ve gecer akce midir? Daha basitce soyleyecek olursak, akademisyenler kendilerini ve yaptiklari isi neden bu kadar ciddiye alirlar? Akademisyenlerin bu sorgulanamaz “mesruiyetleri” nereden gelir? Tam da bu pozisyon guc iliskilerinin en ciplagini ortaya cikartmiyor mu? Kanimca senin bahsettigin seyler daha cok ezme/ezilme/dislanma iliskilerinin sadece bir bicimi olabilir. Ermeni olmak, Kurt olmak, ordan konusup saldiriya ugramak meselesinde cok cok haklisin, bunu hepimiz yasiyoruz. Ancak inan tek ezme-ezilme bicimi bu degil. Akademi’nin yuce jargonuna inanip, oradan dogru sadece kendine konusup, genis bir kamu kitlesinin ettigi sözü (ki aktivizmden gelen bilgi de buna dahil) gecersiz kilip “bak kardesim o oyle soylenmez boyle soylenir” diyerek akademisyencilige soyunmayanlarin lafina göz dikmek bana son derece “siddet iceren” bir durus gibi gorunuyor. Bilmiyorum, belki yaniliyorumdur, ama ozellikle son yillarda bilgi üreten/veya ürettigini zanneden tayfanin yaptiklarinin gündelik hayatta cok da karsiliginin olmadigini düsünüyorum, ki bu da benim kendi ajandam… Bâki selam….

  12. Affedersiniz, Ozge Ispir olacakti…

  13. “Bilmek” ve “yazmak” tarihsel olarak oldukca muktedirlige dair bir sey oldugu icin, sanirim zamanimizi bilmeye ve yazmaya ayiriyor olma hissi akademisyenlere bir muktedirlik dili/ tavri/ hatta aktorlugu katabiliyor. Ancak ne bilmek ne de yazmak sadece muktedirlere dair kaldi, ve ozellikle yazinin populerlesmesi cesitli kesimlerde hem hakli hem haksiz kaygilara yol acabiliyor. Insanlarin kendilerini ifade edebilmeleri guc dagiliminda ciddi tektonik kaymalara yol acarken, gelenek/ kalite/ kriter erozyonu diye bir sey de olageliyor (matbaa ve internet gibi evrelerde oldugu gibi) ve, aslina bakarsak, belki Turkiye’de entellektuelizmi asmak gibi bir derdimiz varken, gerek Turkiye’de gerekse dunyada (hatta unlu universitelerin politikalarinda) anti-entellektuelizm (dogru durust argumanlari yahut muhalif entellektuelleri de marjinal, etkisiz, gereksiz ve soyut addetmek) gibi bir derdimiz de var. Ayrica nasil ki “bilgi” goklere cikarilip mitoslastirilmamali, “hayatin icinden” olma durumu da mitoslastirilmamali; hem bilgi hayata dair bir sey, hem de hayatin kendisi her daim imajinal ve soyutlama boyutu iceren bir sey. Saf, otantik, dolaysiz, sadece-somut bir deneyimleme yok, o yuzden bu tur boyut-alanlari birbirine “zit”mis gibi kurgulamamak gerek. (Acele yazdim, Turkce karakterler kullanamadim, affola.)

  14. Burcu, eyvallah! Ancak su da var: Yazdigin notun sonunda, ozet olarak gectigin “Saf, otantik, dolaysiz, sadece-somut bir deneyimleme yok” ifadesi felsefenin ugrasmasi gereken bir mesele. En azindan ben burada felsefe yapmiyorum, ortam da musait degil bence. Oysa onumuzde kocaman bir siyasal alan var, bunu da Turkiye baglaminda kuran gundelik eylemsellikler. Ayrica, benim elestirilerimin de bu denli “ozcuymus gibi” alinmasi kacak oynamak gibi geldi bana. Olsun, ben burada yine de sunu sormak istiyorum ozetle: Elimizi vicdanimiza koyup, baglamindan koparmadan dusunelim. “Hayatin icinden” olma durumunun mitoslastirilmasiyla “bilgi” nin mitoslastirilmasi anlarini karsilastir. Sence hangi an güc iliskisi yaratmaya daha cok muktedir?

  15. Sevgili Zana, konunun tartisildigi ortamlar benim icin artik birbirine girdi, o yuzden sozlerin bahane oldu. Ama: “felsefenin ugrasmasi gereken mesele” dedigin siyasette herkesin yaptigi bir sey–yani ayni muktedir akademik (hatta cogu, “mış” gibi akademik) gucunu bu sekilde kullanabildigi gibi, “sen hic hapse girdin mi, iskence gordun mu, tehdit edildin mi” gibi “yasamsal veri”leri de konuda “otorite” sahibi olabilmek icin kullanabiliyorlar. Dolayisiyla, aslinda, bir tarafta soyut-felsefi-buyuklenen muktedir ‘akademisyen’, obur tarafta ‘hayatin icinden kitleler’ diye ayirim da olmuyor her zaman. Kaldi ki, siyasi hareketlerin ve eylemlerin de birer felsefesi vardir. Bu felsefenin ‘kitabi’ olmamasi bunlari felsefı olarak, ya da siyaset felsefesi acisindan tartisilamaz kilmaz, “hayatin icindenlik” kisvesiyle de “kendiliginden” dogru kilmaz. Sundugun karsilastirmadaki esitsizligi *belirli* baglamlarda kabul edebilirim (Turkiye’de elit “akademik” sozculer, susturulan kucumsenen giyabinda temsil edilen kitleler gibi), ancak tarihte devrimler bile kitlelerle hayat bulduktan sonra, bu, eee, “hayatin icinden felsefe”yi fetislestirip, teror ve iktidar malzemesi haline pekala getirebildi, ogle degil mi? Yani sahip oldugu veriyi uste cikmak uzere, ya da soyle soyleyeyim, “verilmis bir ustunluk” gibi kurgulamak her zaman bu potansiyeli icinde barindirir. Ben felsefeyi ve yasamsali birbirinden ayri goremiyorum, hatta kitabiyi ve yasamsali da. Son bir not olarak sunu da dusmek istiyorum: Ozge bir akademisyen olarak yazmadi, yazisi da akademik degil, ancak akademik kurgu ve dile oldukca yakin yazmayi secmis (ki bence hicbir sakincasi yok). Yazinin meali, “bir okuyucu/izleyicinin X kisinin soylesisine, Y kisisinin TV performansina tepkisi” olarak cercevelense, bunlardan birkacinin bir 5-10-15-20 yil once nerede durup durmadigi eklese, icerik olarak pek bir eksigi kalmazdi. Ancak akademik tartismayi cagristiran bir biligi sunumunda buludundugu icin, buna gore degerlendirilme ihtimalini de gogusleyebilmeli. Ayrica *prensiben* mesela bir kose yazisina elestirel olarak akademik-entellektuel yaklasilamaz, gibi bir sey de diyemeyiz bence. Sonucta Ozge de, mesela, basit bir TV programi sunumunu, aslinda akademik/ entellektuel bir acidan elestiriyor. Bunun cizgileri nerede, kim kime yapinca mesru oluyor? Azina fazlasina kim karar veriyor? (Ha, o kadar asiri durumlar var ki orada durum bariz olabilir, bu ayri.) Sonucta sorun, bir cikisin “akademik temelde” olmasi degil bence, bu temelin ne sekilde nasil kullanildigi. Ve korkunc ornekleri var maalesef.

  16. Israrla ben hala eylemselligin ve siyasalligin kendisinden, donusturucu yanlarindan bahsetmeye calistigimi dusunuyorum. Tabii ki siyaset de gundelik olan da felsefede merkezi yere sahip, ancak aralarina tabii ki cizgi de cekilebilir; cok basit “kardesim ben yaparim ama bunu sorgulamam felsefi olarak” dersin, olur biter, cizgi cekilmistir.

    Bir de burada yine israrla altini cizmek isterim ki konu benim icin Ozge’nin yazisi degil, hem de hic degil. Bir insan buraya bir yazi yaziyor, birilerinin sinirleri yerinden oynayip saydiriyor da salliyor. Iyi de sorduk mu? Buraya yazilan yazilarin hicbiri gordugum kadariyla Critical Inquiry tadinda degil. Ozge de sanirsam cok isterse hakemli bir dergiye yazar ve anonim bir hakemden daha kibarca elestiriler alip yazisini duzeltebilirdi, ama bu demek ki derdi degil.

    Ben gercekten kantarin topuzunun kactigini dusunuyorum. Birakalim bu akademisyen hastaligini. Herkesin akli kendine yetiyor.

  17. Yazıyı yazan kişi olmamdan mütevellit duruma dışardan bakabilme veya yazıyı dışardan bakan biri gibi eleştirebilme yetisinden yoksunum. Çok bahsedilen “akademik disiplin”den yoksun olduğum için herhalde. bu nedenle bilgiyle ve yöntemle ilişkim de akademik bir insanın ilişkisi gibi değil. gelen eleştirilerde ben genel olarak şunu anladım (yanlış anladıysam özür dilerim) akademik olmak zorunda değilsin ama gene de akademiklik iyi bir şeydir. akademikliği eleştirmeye ve ondan muaf olmaya kalksam bile buna tam izin verilmiyor “eleştiriyorsun ama gene de bu sorumluluğa sahip olmak zorundasın. bundan böyle yırtamazsın. çünkü yazında akademik izler var ve bu izlerle yazıyorsun” gibi bir durum var.
    ben bu yazıda gelen eleştirilerin söylediklerim üzerinden geleceğini düşünürken bir iki eleştiri hariç tüm eleştiriler akademik yöntemimin yoksunluğu-eksikliği üzerinden geldi. sadece burayı kastetmiyorum bunun dışındaki mecraları da kastediyorum. çoğu akademisyen olan kişiler tarafından hep bir yöntem ve sorun bildirildi bana. üstelik “akademisyen değilim” deme özgürlüğünü bile gösteremedim. yazı yazıyorsan bundan sorumlusun ve akademik yönteme bağlı kalmalısın mealinde eleştirilerle karşılaştım.
    (burcu belki kızacaksın ama) “gündelik dile” sığınarak yazdığımı sandığım bu yazıda aslında akademik izler bulundu ve bunun hakkının verilmediği söylendi. gündelik dile sığınma özgürlüğüm de kabul edilmedi. ve malesef durduğum yerden şunu algılıyorum, aynen Zana’nın dediği gibi Kürtler’e “bunu bunu yapamazsın, bunu bunu yapabilirsin” diyen beyaz aydınları eleştirdiğim yazının sonunda ben “bu yazıda şunları şunları yapamazsın, bunları bunları yapmalısın” diyen bir akademik azarla karşılaştım. bu azar Kürtler’e “sorunun bitmesini istiyorsan” diye yapılırken bana “yazı yazmak istiyorsan” diye yapıldı. bundan muaf olma istegim bilginin-araştırmanın kutsallığı yüzünden kabul edilmiyor.(bu bahaneler çoğaltılabilir. herkesin kendine göre bir kutsalı ve gerekliliği var. kimilerince de devletin ve milletin bekaası mesela.üstelik devletin bekasını savunanların da gayet tutarlı ve rasyonel sebepleri oluyor) muaf olamazsın çünkü yazı yazıyorsun deniyor. ha, bu dediklerimden bunları küçümsediğim veya onlarsız da yazı yazılabilir dediğim anlaşılmıyordur inşallah. mutlaka gerekliler. (bakın Bdp gibi milli duygulardan bahsetmeye de başladım, sırada sivil namaz var)

    ister gündelik ister akademik olsun “bilgi iktidardır” her yerde işliyor demek ki. ben bunu üzülerek ve yeni yeni farkediyorum.
    çünkü bizzat eleştirdiğim şeye maruz kaldım ve birileri tarafından onun (ve akademinin) doğru dediği yönteme bağlı kalmadığım için azarlandım. şüphesiz kendince çok haklıdır ve üstünde çok çalıştığı bir konu hakkında böyle bir yazıyla karşılaştığı için derin yaralar almıştır fakat benim dilim-aklım ve yöntemim ancak bu kadarını kotarıyor. Onun “makul” yazarı olamıyorum. çok gündelik olacak özür diliyorum ama adım Hıdır elimden gelen budur.

    hiç şikayetçi değilim. çünkü bu yazıyı Kürtler’in durumuna hem içerden hem dışardan bakabildiğini sanan bir aymazlıkla yazmışım. aslında hiç de içerde değilmişim. yazıda bahsettiğim şeyin ne olduğunu aslında hiç yaşamamışım. bu sayede eleştirdiğim şeyin ne demek olduğunu şimdi çok iyi anlıyorum. bana gelen “akademik” azarlar sayesinde “kürtleştim”. bana akademinin kötü Kürt’ü olma deneyimini yaşatan tüm eleştiriler için teşekkür ediyorum. bu deneyim eşsiz bir deneyimmiş. bir durumu dilinin döndüğünce anlatmaya çalışan yazı yazıyorsun ve ertesi gün kendini yazıda bahsettiğin durumun içinde buluyorsun. bu arada hala eleştirileri bekliyorum. kesinlikle dikkate alacam ve öğrenmeye çalışacam. fakat bir şey daha rica edeceğim. bu eleştirileri yapan arkadaşlar, gerek doktora tezlerini gerekse bu konudaki çalışmalarını okulda tutmaz, bilgiyi layık gördüğü kişilerin tekelinden çıkarır, bana da açarlarsa veya daha ulaşılabilir alanlara yayarlarsa bunlardan yararlanma imkanım daha da fazlalaşır. çünkü tahmin edersiniz ki herkesin imkanı bu tezlere ulaşmak için yeterli değil. evet bilgi çok kutsal ama ulaşılamayacak kadar da olmamalı herhalde! herkesin kolayca ulaşamadığı kutsal bilgiye bizim gibi çok okumamış insanlar akademik çalışma veya tez değil, vahiy diyor çünkü. Kürtler’in akademisyenler tarafından alan araştırması olarak kullanılmaları bile bu kadar ilgimi çekerken, bu araştırmalara kolayca ulaşamamak beni bilgi yönünden iyice kısırlaştırıyor haliyle.

    yazımın hataları ve eksikleri olmadığını iddia etmiyorum. bugün bile okurken keşke şunu yapmasaydım şunu yazmasaydım veya şunu da yazsaydım dediğim yerler bir sürü.bir de yazıda çoğu yeri kesip kırpmak zorunda kaldım. mesela bu yazarların 10-15 yıl önce nerde durduğunu örnekleyen yerleri sildim. çünkü yazının uzunluğu açısından içinden çıkamadığım bir yere gidiyordu. hem de bu yazarların sırf bugünkü bu genel tutumlarına örnek olsun diye koyduğum yazılar bunu açıklıyor diye düşündüm.

    ama hala benim dikkat çekmeye çalıştığım durum yerine yöntemim tartışılıyorsa yazım amacına hiç ulaşmamış demektir veya benim yazmayı bırakmam ya da yazının siteden silinmesi gerekir. hem benim rahatlığım hem de yazımdan rahatsız olan arkadaşlarımın rahatı için. demek ki ben bu işi beceremiyorum, ne kimsenin akademik yöntemini rahatsız edeyim ne de gelen azarlarla ben rahatsız olayım 🙂

    burdan cevap veremeyecek olsam da eleştirilerinizi bekliyorum. içeriği boşverin. yazının amacı çoktan ordan çıktı ve başka bir yere doğru gidiyor bile. yöntemle ilgili eleştirilerinizi ve nasıl bir akademik uslup/yöntem kullanmam gerektiğini yazarsanız üstünde çalışarak, kendimi geliştirerek “Makbul yazar” olacağıma ve karşınıza öyle çıkacağıma söz veriyorum.

    tüm arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.
    sevgiyle
    kötü yazar özge

  18. ayda erbal’ın yorumundan sonra dün ben de kısa bir yorum yazdım ama göndermekten imtina ettim. “dil hapishanesi” diye bir kitap var, alalı çok oldu ama okuyamadım hala, ismini şu an neden hatırladığımı düşünüyorum. düşünmek, konuşmak, yazmak, incelemek, vb. bunların her biri, birbiriyle ilişkili ama bir ölçüde de farklı eylemler. insan hiç niyet etmediği bir şeyi, belirli bir bağlamda söyleyiverebiliyor, o yüzden, “bilgi”yi bağlamsallaştırmak çok önemli. ben özge’nin bu işi iyi yaptığını düşündüğüm için heyecan duydum ve önceki kısa yorumu yazdım. bazı tartışmalar beni aşıyor, çok iyi bildiğim şeyler değil, sadece, rastlantı eseri akademisyen olmama rağmen özge’yle duygudaşlık kurduğumu söylemek isterim. herkese sevgiler… – gülseren adakli

    • Gulseren selamlar,

      Ben ne yazdigini yine de merak ederim senin icin sakincasi yoksa benim adimsoyadim @ gmail.com adresine gondermeni istesem olur mu? emailim internete acik haliyle dusmesin diye boyle yazdim. Sevgiler, Ayda

  19. burcu yazdiklarinin (tabii en basta bilgin’in yazdiklarinin) yazının yazarı dahil diger yorum yapanlar uzerindeki etkisiyle ilgili “söylem analizi” yapmayacak mısın? Insanları “duygudasliga”, surekli bir apolojetizme sıkıştırmanın ne oldugu konusunda da birkac sey soylemeni beklerim dogrusu. ikincisi, mesela cok uzaga gitmeden bu akademik kredibilite cilginligi icinde sormadan edemeyeceğim neden benim yazdiklarima özge’ye yaptiginiz gibi yorumlar yapmiyorsunuz?adim google’da ciktigi icin mi? tecrübe mi beni böyle “dokunulmaz” kilan? Yoksa yazdiklarimin her bir kelimesine katiliyor musunuz? Ya da hicbir yazdigimi umursamıyor olabilirsiniz. Belki daha güzeli, acaba yazdiklarımdan önce kimliğimi mi görüyorsunuz? Birşeyden emin olabilirsin(iz), yazı yazmadan önce doktora tezlerinden chapterlar okumuyorum, “konunun uzmanlarının olurunu” almıyorum. allahtan okuyacak daha bir dolu ve hayatı kökünden değiştirebilmiş metin ve yazdıklarımı okuyup fikir verecek akıl kadar sağduyu sahibi insan var etrafımda. Sizin yazdıklarınız sonucunda eğer Özge bir daha bize yazmamaya karar verdiyse, merak ediyorum, bunun hesabını nasıl vereceksiniz? “Hesap vermek” sözünden hic hoslanmadım ama Özge’ye uygulanan siddetin yanında solda sıfır kalıyor…
    Bu arada Özge’yi kutlamak isterim, yazisi üç günde iki binin üzerinde hit almiş, facebook’ta 500’ün üzerinde insan tarafından paylasilmis. hicbir zaman tirajla, hit sayisiyla basariölcerlik yapmayi dogru bulmadim. Ama bu Özge’nin yazdığının en azından insanlarda ilgi, merak uyandirdigini, neyin ne kadar ulastigindan emin olamasak da, insanlara su ya da bu sekilde ulastigini gösterir. Yazının iyiliği, kötülüğü değerlendirmesi her okurun kendi bileceği iştir sonuçta. Eminim insanlar başka platformlarda, burada yapılandan farklı olarak icerikle, bakış açışıyla vs. ilgili tartismalar yapıyorlardır.

  20. Cok guzel Talin. Tabii tabii, ben sana akademik bir insan olarak otomatikman saygi duyuyorum, Ozge’nin yazisina da bastan bastim ayari, ayrica yukarida yazdigim *ilk * uzun yazi sonradan yazdigim 2 kisa yaziyla siyasi olarak rengimi belli etti: Kurt’u bilgiye layik gormeyen beyaz adam. Ayrica bana artik, “Bilgin ve sen” grubu olaraktan “siz” diyebilirsin. Senin yazilarin yayinlandigi *zaman* boyle bir durum meydana geldi mi, hatta sozkonusu yazidan bagimsiz olarak cesitli boyutlarinin sorgulandigi bir “olay” halini aldi mi? Eger oyleyse, bu grubun uyesi olarak bana ve bircoklarina haber mesaji geldi mi, arkadaslar boyle bir durumumuz meydana geldi diye? Ha yok, mesele Burcu’nun kimlik uzerinden gitmesi… ister azinlik ister akademik. Yani bu sorunlarindaki koseye sikistirma o kadar bel alti geliyor ki bana, ne diyecegimi sasiriyorum. Yazinin cok okunup tartisilmasi, baska yerlerde bambaska tartisilmasi sence beni cok sevindirmiyor mu?

    Beni “gozden dusuren” son 2 notuma bak lutfen. Neyi konu etmisim? Orada Ozge’nin apolojetik olmasina sebebiyet verecek ne olabilir? Benim *ona yonelik tek* soyledigim (bu olay vesilesiyle), yazinin kendisi, cercevesi, ve yazarin kendisini konumlandirmasina dair bir sey. Eli “akademik-imsi” bir yaziya gitmis, ama “ben akademisyen degilim ki” diyor. IKISI de benim icin sorun degil. HIC olmadi. Yazi elime geldiginde de, Bilgin yazdiginda da, sonradan da. Ben sadece, bu durumun yazinin farkli farkli acilardan ele alinabilmesine sebebiyet verisini aciklamaya calistim (ve ayrica bunlari elestirdim). Benim bundan beklentim apolojetik bir tavir degil. Tam tersine, bunu yapabilirliginin arkasinda daha net bir sekilde durabilir, meramim o. Velhasil, asil benimkisi bir apoloji: yanlis bir akademik cikisa cevabin tukaka akademi olmadigini, biraz da, nacizane, insanlarin kendileri pekala gayet teorik konulardan, teorik teorik bahsederken, keyfi olaraktan baskalarina “ama senin o dedigin asiri teorik” diyebilmesini sorguluyorum. (‘Ben yaparim kardesim, sorgulamam’ demek de felsefi bir durus, sevgili Zana, ve o kisinin yaptigi da baskalarinca gayet sorgulanasi olabilir) Bana ayrica ilginc gelen, olayi boyutlariyla tartismaya acan ben degilken, ustelik soylenen cogu seyle hemfikirken, sirf “ama bu da var” dedigim icin burada siyasi bir saflasmaya tabi tutulmam.

    • Burcu “gözden düşmüş” filan değilsin. tabi ki hala “gözde”sin. lakin tartışmanın akademik yöntem-uslup çevresinde dönmesi biraz gına getirdi. mesele bu.

  21. Yahu arkadaslar ben burada kimin Turk kimin Kizilderili, Cerkez vs oldugunu bilmiyorum, cogumuz da bilmiyoruz zannedersem. Agir olsak, abartmasak daha fazla?

  22. yorumlardan anlaşılan şu ki; bir niyet okuma söz konusu.yazar üzerinden ilerleyen bu niyet okumanın çok ciddi problem olduğunu düşünüyorum.kürt meselesi gibi ‘bıçak sırtı’ bir mevzuda bu tip niyet okuma havanda su dövmekten başka hiç bir işe yaramaz .kürt meselesine dair elbette ki çok geniş bir tarihsel arka plan sunulması gerekir.fakat yazar yazısına farklı bir sürecin altını çizerek başlıyor. 1990’lı yılların başında başlayan bir süreç var ve 1999’da abd’nin öcalan’ı türkiye’ye teslim etmesinden sonra kürt hareketinde çiçek açmıştı.o tarihten sonra ortaya çıkan öcalan’ın devrimci alan teorisi görüşleri sivil toplumcu ve liberalizmin kendine özgü bir versiyonuydu.yazarın da belirttiği özellikle işaret ettiği tam da bu nokta.kürt sorununun tanımlama tarzı dahi liberal bir damga taşımaya başladı.adını hak eden bir sınıf hareketi, toplumu böylesine altüst etme potansiyeline sahip bir sorun karşısında yalnızca demokratik haklar ve kurallar üzerinde durmaz.sorun genellikle bu düzeyde takılıp kalıyordu.yazarın hatırlattığı 2006’daki ali bayramoğlu,fuat keyman gibi isimlerin aydınlar dilekçesini imzalarken kaleme aldıkları yazılarda kürt hareketinin ezilmesini,yalıtılmasını açıkça savundular.o imza kampanyasından bugüne uzanan süreçte devletin taşıdığı önyargıları liberal kalemlerinde taşıdığını görmüştük.”açılım” baharıyla birlikte kürtlere yönelik politika kürt sorununu değil, kürt hareketini çözme politikasıydı. eğer gerçekten bir yere “açılım” varsa, bu, barzani’ye doğru idi. türkiye, ırak’taki kürdistan bölgesini himayesine almaya yöneliyordu. “açılım” da, bu yöneliş içinde türkiye’nin kendi kürt hareketini tasfiye ederek kürt halkına belirli kırıntılar vermenin adı idi.o kırıntıları yazar çok güzel ifade etmiş : ‘Kürtler’in ise turistik ve eğlencelik bir mevzuya dönüşümü…’.
    kısacası kürtleri makulleştirme hareketleri tam gaz devam etmiştir. devletin amacı, varolan kürt hareketinin yerine evcil bir önderlik geçirmektir. bir kere, yazdığımız gibi sekiz-dokuz yıldır, liberal aydınların ve daha sonra kurumsal olarak taraf gazetesinin de katkıda bulunduğu bir operasyon yürütülüyordu: ‘makul’ kürdü ‘mücadeleci’ kürdün karşısına çıkarmak. türkiye kürtlerini mümkün olduğunca akp etrafında toplamak, bunun ötesinde kalan ve bu kadar geri bir çözüme razı olmayacak milyonları ise kürtlerin ırak’ta kazanmış olduğu haklar dolayısıyla yüksek prestije sahip olan barzani doğrultusunda örgütlemek. bugün geride bıraktığımız seçim döneminde bile televizyonlara bir baktığımızda en “liberal”, kürt sorununda tüsiad doğrultusunda çözüme en açık kanallarda dahi tartışma programlarında nasıl da kürt hareketinin dışında kalan bir avuç insan öne çıkartılıyordu. en önemlisi, kürt burjuvazisi ve onun lideri olarak eski dyp diyarbakır il başkanı, bugün diyarbakır sanayi ve ticaret odası başkanı salim ensarioğlu nasıl destekleniyor.bu yüzden kck operasyonları “açılım” süreci ile çelişkili değil, bence onun o ‘açılım’ baharının asli unsurlarından biridir. kürt hareketi bütünüyle siyasileştiği zaman kitle çalışmasında en önemli olacak olan kadrolar ya tasfiye edilmek isteniyor ya da mümkün olduğunca uzun süre pasifleştirilmek ki yeni liderlikler öne fırlayabilsin.kısaca kürtlerin evcilleştirilmesi çabası bugün hala devam ediyor.son olarak; yazarın ‘zarif’ ve ‘nitelikli’ yazısının şu cümleleri neyin tartışmamız gerektiğini güzel özetliyor: ”Gelin sizi tedavi edelim, bize taş atmayın ki bu sorun çözülsün diyecek. Bdp bir boykot planlarsa onu ehil yola çevirecek ve yalnız bırakacak.”

  23. tartışma gerçekten de bel altı bir hal aldı. bu bir müsabaka mı ? olay giderek özge yanlıları ve karşıtları halini almakta, aldı hatta. özgenin bu yöndeki eğilimi de önemli oldu olayın bu şekilde gelişmesine. nedir göze girmeler, gözden düşmeler, gözdelik ? bir yandan eleştiriye açıkmış gibi görünüp öte yanda önce bilginin yazdıklarını eleştirenlerin arkasına geçerek sonra doğrudan kendisini bazı önemli karşı çıkışlarda hatta suçlamalarda bulundu kendisine akademik/entelektüel şiddet uygulandığını; akademik azarla ‘kürtleştiğini’ yazmış . bunlar çok ciddi eleştiriler , şayet öyle ise asıl bunun tartışılıyor olması gerekmez mi ?. bilgin ayata bu yorumların en başındaki eleştirisinde bu yazıyı 2 açıdan eleştirmiş : 1- kürt tarihiyle ilgili maddi hatalar içerdiği ve dolayısıyla özensiz olunduğu için ; 2- yazıdaki aydın eleştirisinin eklektik ve eksik bir çerçeve içinde yapıldığı için. bu ikisi de gayet önemli eleştiriler. yani bir iki yanlış sıralama, bir kaç yanlış tarihin ne önemi var; siz bu yazı esas olarak ne diyor ona bakın denemez. bunların tartışılıyor olması da üslup tartışması falan değildir. özge meseleyi çarpıtıyorsun. hemen yukarıda söylediğin şeyler makbul yazar haline getirilmeye çalışılmaktan, bilgi iktidarı kurulmasına değin yaptığın eleştiriler çok ciddi eleştiriler. ben şu ana kadar yapılan , en azından benim dahil olduğum yazışmaları çok dikkatle okudum. senin dediğin gibi anlamadım, anlamıyorum.
    dostlukla

  24. Bu yaziyi benim icin degerli kilan akademik kriterlere ne kadar tekabul ettigi degil. Ancak okuyucularina, “anlamayanlar ise Edward Said okumakla baslayabilirler” diyen bir yazar, bir yorumcu “sen de git X, Y, Z oku” dediginde “bana muktedir akademik azar yapildi, gina geldi akademiklikten, bana epistemolojik siddet uygulandi” kartlarini bu kadar rahat oynamamali bence. Kendisi daha ilk yazisinda akademik bir azarda bulunmus (ki bence sakincasi yok); bakin kendi literatur arastirmasinin kiymeti kendisi icin ne kadar yuksek (ki bence oyle olsun); eger bu epistemolojik siddetse, bir on yil icerisinde yazarin da bunlari katmerli bir sekilde sergilemesi beklenebilir.

    Elbette yapisal esitsizlik, herhangi bir olaydaki belirleyici guc dengesizligi, iktidar iliskileri gozardi edilemez. Ancak, bunlarin hangi anda ne derece belirleyici oldugu konusunda keyfi savunma ve cikislar, bir farkindalik ya da dunya gorusu gostergesi teskil etmiyor. Tam tersine, elindeki kartlari istedigi zaman, ve gecirebildigi kisiye oynamak oluyor. Ayni tartisma icerisinde hosa giden seyler soylendigi surece yasasin guclerin birligi, hosuma gitmeyen bir sey soylendiginde tu-kaka muktedir akademik/ beyaz adam vs demek de bal gibi karsindakini kimligi uzerinden gormek degil mi? …Yapisal esitsizlik suregeldigi icin bu bir etki degil tepkidir, belki bircok yerde ve zamanda yerindedir ve haklidir. Ancak “bunun boyle olmadigi” durumlari gozetmedigimizde, bir ‘acil cikis’ gibi kullandigimizda, teshisimizi daim kiliyoruz..

  25. Okudum sabırla sonuna kadar ama akasım geldi, tutamayacağım, herkese selamlar deyip yapıyorum girizgahımı.Biraz toparlamak gerekirse yorumlarda temelde biri öbüründen türeyen iki şey tartışılıyor:

    1-Özge’nin yazısında eksik ya da yanlış tarihi bilgilerin yer alması üzerinden yapılan (bilgi) tamamlayıcı eleştiriler
    2-Bu eleştirilerin üslübu üzeirnden yapılan ve bilgi iktidarı ve akademik elitizm mevzusuna bizi getiren karşı eleştiriler

    Bu iki eleştiri üzeirnden de kafamdakileri döküp katkı sunmak isterim ben de tartışmaya. Öncelikle Özge’nin yazısının bende uyandırdıkları ile başlayacağım, daha sonra da yukarıdaki iki nokta üzerine birkaç kelam etmeye çalışacağım.

    Özge’nin yazısı temelde aslinda (implicitly de olsa) klasik bir tartışma olagelmiş olan “aydın” tartışmasına denk düşüyor ve iki ana “aydın” konumlanışının Kürt mevzusu özelinde kıyaslamalı eleştirisi üzerinden kuruluyor (en azından ben bu çerçevede okudum yazıyı): Ehilleştirici bir işlev gören ve sistemi 180 derece karşılarına almadan dar açılarda konumlanan “aydın”lar ( “uzlaşmacılar”) ve çoğumuzun tahayyülünde yer aldığını düşündüğüm “ideal aydın”lar (biraz daha Edward Said tanımın içinden çıkan, daha radikal ve yıkıcı bir tavrı/dili benimseyen, onun deyişiyle “sürgün” aydınlar). Özge’nin çok özetle söylediği şey aslında kendince muhalif önermelerde bulunan birçok aydının, aslında (farkında olarak ya da olmaksızın) tamamen uzlaşmacı bir tavır içinde oldukları ve “iki tarafa da eşit mesafede/objektif” gibi “şık” bir duruşu sahiplenip risksiz bir tavır üzeirnden ya da romantizmin sularına savrularak kimsenin karşı çıkamayacağı “hepimiz kardeşiz”,- “rengiz”- “mozaiğiz” minvalli politika önermelerinde bulunuyor oldukları; bunun sonucunda da sistemin dilini/düşünüşünü kenarları kırpık bir şekilde aslında yeniden üretiyor olmaları (son örneği için bkz. “meclise renk getirecek” Sırrı Süreyya Önder’in Radikal yazıları). Özge zaten detaylı bir biçimde açmış bu ilk pozisyona dahil “aydın”ın handikaplarını. Benim tek eklemek istediğim şu olacak: Entelektüel ya da aydının yapması gereken adı konmayanı koymak, söylenemeyeni söylemek, dilde ve tahayyülde olmayanı ortaya tüm açıklığıyla dökmektir; yani rahatsız etmektir ve uzlaşmayı reçete olarak sunmaktan ziyade uzlaşmanın üzerinden kurulacağı uç pozisyonu yaratmaktır. Bunu yaparken de yumuşatıcı niyetine romantic kardeşlik mitleirne sarılmamak, “bütün taraflara eşit mesafede durmak” gibi omurgasız bir duruşu reddetmek ve ehlileştirici bir araç haline gelmemektir; aksine sistemi en rahatsız edebileceği noktadan, karşıda ve kıyıda kalmayı göze alarak yeni bir dil üretmek (telafuz edilemeyeni telafuz etmek anlamında) ve sistemin dili üzeirnden müzakere etmeyi reddetmektir. Yani Kürt mevzu özelinden bakarsak gerekirse ulusların kendi kaderini tayin hakkından bahsedebilmek, maksat toplumu korkuya garkederek bir amaç etrafında şekillendirmek anlamında aşırı steril bir anti-terörist/şiddet karşıtı duruş benimsemekse, önce devlet terörünün adını koymak ya da terrorist ile gerilla arasındaki anlamlı farktan bahsedebilmektir; yani konforlu alanından vazgeçebilmek ve sistem gözünde kendi meşruiyetinin sarsılmasını göze almaktır. (Seçim sonrasında kimsenin dilinden düşürmediği “herkes kendisinden taviz verecek, demokrasi uzlaşmadır, BDP de taleplerini biraz minimize edecek” şeklindeki yorum selini de buradan okumak gerekir. ) Buradan bakıldığında aslinda bütün entelektüel camiayı içerecek olan bir tartışmanın bir boyutudur Özge’nin değindiği: Pragmatic uzlaşmacılık vs. radikal yıkıcılık (dili-düşünceyi ve “meşru” referanslarını yıkma anlamında)

    Özge’nin yazısına yapılan eleştirilerle ilgili de birkaç laf etmek isterim. Yazıdaki tarihi eksiklerin yukarıdan ve elit akademik bir dil üzeirnden eleştirilmesi, kurulan ilişkilerin/analizlerin meşruluğundan ziyade tarih yanlışlarının yazının değerlendirmesinde birer kritermiş gibi gösterilmesi temelde yanlış bulduğum noktalar. “Bu da yanlış bu da eksik, lütfen çıtayı yükseltin” gibi yazıyı değersizleştirmeye yönelik ve geliştirici olduğunu düşünmediğim “kibar-akademik şarlama” kategorisindeki eleştirileri değerli bulmadığımı söylemek isterim. Onun yerine eksiklerin ifade edilmesi ve bu eksiklerin yazarın argümanları üzeirnde nasıl bir etkiye sahip oldugunun açıklanması çok daha değerli olabilirdi. Dolayısıyla yorumu, tavrın/dilin içeriği arka plana attığı odak şaşırtıcı bir yorum olarak okuduğumu belirtmek isterim.

    Değinmek istediğim ikinci nokta ise Özge’nin savunma pozisyonunda kendini bulması ve bu durumu kabulleniyor olmasının bende yarattığı hayal kırıklığı. Böyle bir yazı yazan Özge’den tek bekleyeceğim aslinda daha anarşik bir duruşla “yazım budur, ben buyumdur, ekleyip beni çoğaltan herkese hürmetler” demesi olurdu. Yazısında da eleştirdiği “ehilleşmeye” daha çok direnç göstermesiydi. Karşı ucu yaratmadan uzlaşmadan bahsedilemez, değil mi? 🙂

    Tekrar selamlar ve sevgiler,
    Onur

  26. Selamlar,

    yazı ötekiyle iletişime girmeye, ötekiyi kendine benzeyenlere anlatmaya çalışırken, ötekinin öteki olarak kalmasını sağlayacak söylem üretimi üzerineydi sanırım. Sorun iletişimle söylemsel şiddetin sınırlarının, hatta genel olarak etkileşimin şiddetle sınırlarının muğlak olması galiba. Yorumlarda da söylemsel şiddetle iletişim arasındaki bu muğlaklığı görmek mümkün gibi.

    Her koşulda, yazı da yorumlar da benim için çok aydınlatıcı oldu. Herkesin eline sağlık

  27. merhaba, ben bu yazıda anılan kronolojiye bir ekleme yapmak istiyorum izninizle. türkiyedeki aydınların kürt sorunuyla ilgili resmi devlet politikasını onaylamadıklarını deklare ettikleri 1991 yılında 95 aydının imzaladığı bir metin vardır. hatırlayabildiğim kadarıyla metnin bir yerlerde yayımlanabilmesi dahi büyük sorun olmuş idi. o günden bugüne “aydınların” söyleminin – en azından o metne imza atanlar açısından- nasıl değiştiğini, değişip değişmediğini anlamak için bu metin iyi bir başlangıç noktası olabilir.

  28. söz konusu metni bulabilirmiyim diye bakındım ama yok . ya da ben bulamadım . varsa bi haber edin olur mu ? metnin içeriği çok tartışmalı olabilir ki öyleydi. hatırladığım kadarıyla metne imza atmayan aydınların bazı eleştirileri olmuştu. “aydınların” kürt meselesine dair devletin güttüğü politikaya karşı çıkışını kamusal olarak dillendirmeleri anlamında önemli buluyorum metni. metne imza atmayanların eleştirisi ne yönde oldu ; o gün imzalamayan ve eleştirenler bu süreç içerisinde neler yaptılar; ne dediler bakmak lazım. öte yandan gerek o metin gerek eleştirenlerin eleştirileri o günden bugüne kürt halkının ve siyasi temsilcilerinin talepleriyle ne kadar örtüşüyordu buna da bakmalı. kürtlerin çağırılmadığı ama kürt meselesinin tartışıldığı tv programlarında bir gün çıkıp birinin yav ben kürtler adına konuşamam; konuşmayacağım ; onların olmadığı yerde bu meseleyi konuşmayı reddediyorum diyecek birini nafile bekledi bu gönül. hürmetler 🙂

Leave a reply to Talin Suciyan Cancel reply