Özge İspir
Türkiye’de sadece görülmek istendiklerinde görülür olabilen hayaletler var. Bu hayaletler sadece görülür olmakla kalmıyorlar, onlarla ilgilenenler için bir vicdan aklama aracı olarak da kullanılıyorlar. Görülür olma sıklıkları ne kadar tehlike oluşturduklarıyla belirleniyor.[1] Bu hayaletler arasında en sık Kürtler vizöre giriyorlar. Çünkü Kürtler’in vizörden çıkma mevzusu diğerlerininki kadar kolay olmuyor. Çok daha kalabalıklar, dünya kamuoyunca meşrulaşmış silahlı örgütleri var, meclise milletvekili sokabiliyorlar ve hala büyük bir tehdit teşkil ediyorlar. Bu yüzden de çok daha görülür ve çok daha gündemdeler.
Kendilerini ve dertlerini göstermek için 90 yıldır, savaş dahil olmak üzere her yola başvuran bir halkın neden özellikle son 8-10 yıldır görülür bir mevzu olduğu, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Bu 10 yılda ne yaşandı, nasıl bir toplumsal aydınlanma gerçekleşti ki görmezden gelinen kirli çocuklar birden bire arenalara salındılar ve onları görmeye karar veren kalemlerin duyarlılık malzemesi oldular? Cevap Türkiye’nin değişimiyse, neden bu değişimde içeriğe ilişkin bir ilerleme kaydedilmiyor, somut bir şey yapılmıyor ve bu mesele sadece bahsi geçen bir meseleden öteye gidemiyor? Kürtler’in siyasi talepleri, içeriği biraz değişmiş biçimde aynen devam ediyor. Değişen bir şey daha var. Artık hiç duyulmuyor değiller. Bahsediliyor ve duyuluyorlar. Fakat hala dinlenmiyorlar.
Son 20 yılı hatırlarsak değişimle ilgili belli başlı gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz. Süleyman Demirel 1991’de “Kürt realitesini tanıyorum” dedi. İyi ki tanıdı. O tarihten sonra, meşru olarak Vedat Aydın’la başlayan faili meçhul cinayetler ivme kazandı ve devletin Kürt realitesinden ve çözümünden ne anladığını gösterdi. 1925’ten beri yazılan Kürt raporlarına 1990’larda iş adamlarının yazdırdığı raporlar eklendi. O zamana kadar girişimlerini askerle ortaklaşa yürüten sermaye sahipleri, artık askeri yakasından silkmek istedi. Doğu ve Güneydoğu’ya daha hür, daha serbest girmesi gerektiğine karar verdiği için Doğu/Güneydoğu raporlarını açıkladı (Yalım Erez/ Doğu Ergil /Sakıp Sabancı). Doğu Ergil’in hazırladığı ikinci rapora kadar bu raporlarda genel olarak Pkk’yi askeri yollarla dizginlemek, bölgedeki Kürtleri ise bir takım yatırımlarla ve kültürel serbestliklerle ikna etmekten bahsedildi. Ergil’in ikinci raporu devlet ve Pkk’yi karşılıklı çözüme ve devleti Kürtler’in hakkını tanıyacak yeni bir anayasa yapmaya çağırıyordu. Patronların hazırlattığı hiçbir rapor askeri ve siyasi cenah tarafından olumlu karşılanmadı. 1991’de Recep Tayyip Erdoğan’ın da, Necmettin Erbakan’ın ricasıyla, Mehmet Metiner’le birlikte bir Kürt Raporu hazırladığını ve raporu hazırladıktan sonra 2005 Ağustos ayına kadar suskunluğa gömüldüğünü hatırlatalım.[2]
Kürtler için en makus tarihlerden biri olan Şubat 1999’da, Abdullah Öcalan hediye paketi içinde sunuldu. Hemen ardından Aralık 1999’da Mesut Yılmaz Diyarbakırlılar’a “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diye seslendi. 1992’deki Newroz’la birlikte bu savaşta başlı başına belirleyici bir öge olan ve sembolik anlamı yadsınamayacak Newroz, Öcalan faktörünün aradan kalkmasının rahatlığıyla 2000 yılında yasallaştı ve Kürt demeye dili varmayan kimi devlet erkanı, ilk yasal Newroz’la birlikte, sarı-kırmızı-yeşil atkılarla ateşin üstünden atlamaya başladı. Üstelik bu folklorik keşif sadece devlet erkanında değil entelektüel camiada da zuhur etti.
Öcalan’ın devreden çıkarılması, uzun soluklu ateşkeslerin bölgede daha rahat hareket edilebilirliği sağlaması, AB’nin dayatmaları ve sık sık Diyarbakır’a heyetler yollamasıyla birlikte (burada Noam Chomsky’nin Diyarbakır’a gelişini de anmak farzdır) Kürt sorunu, liberal yazarlar ve liberal akademisyenler tarafından ferahfeza ele alınabilir bir konu olarak görülmeye başladı.
Kürt sorununa el atmaya karar vermiş bu yazar ve aydınların bir kısmı 2002 genel seçimlerinde Dehap’ın dağıttığı seçim bildirgelerine imza attılar. Tabii ki o destek imzaları en fazla 50 civarında akademisyen-yazar kapsıyordu. Bugünkü gibi sayfalar süren profesör, sanatçı, akademisyen ve gazeteci dolu bir imza kampanyasından bahsedilemezdi bile. 2006 Yılında Ali Bayramoğlu ve Fuat Keyman’ın başı çektiği bir grup aydın, ‘Aydın Girişimi’ manifestolarını yayımlayarak Kürt sorunu konusunda ne kadar hassas olduklarını gösterdiler. Pek çok yazar bu süreçte eski Dehap yeni Dtp’yi bölge particiliğiyle sınırlı kaldığı için eleştirdi. Bundan sonra Dtp’yi dizayn edecekler arasında sadece örgüt ve devlet değil, Kürt sorunu hakkında kendinde söz söyleme hakkı bulan tüm “aydın”lar da yer almaya başladılar.
2007 Seçimlerinde Dtp, Türk solunun entelektüel isimleriyle konsensüs oluşturdu ve bunun ilk meyvesi verildi. Dtp seçimlere Ufuk Uras ve Baskın Oran gibi ‘Bin Umut Adayları’yla (Dtp- Ödp- Emep- Sdp koalisyonu) girerek hem Türk soluyla izdivaç etti, hem yüzde 10 barajını alt etmek için akıllıca bir yol bulmuş oldu, hem de yerelliğinden kurtuldu. Seçim çalışmaları devam ederken Dtp, Pkk’ye terörist dediği için Baskın Oran’dan desteğini çekip Doğan Erbaş’ı destekledi. Dtp kimilerince “yan çizmek”le suçlansa da Türk soluyla flört etmek için o kadar da Türkleşemeyeceğinin ilk sinyalini böylece verdi. 2007 Seçimleriyle meclise 22 Dtp’li milletvekili girdi ve grup oluşturdu.
Bundan sonra, önceden ufak ufak izlerini gördüğümüz ama bu kadar belirgin olmayan bir süreçle de karşılaştık: Kürtler için olmasa bile, kendileri için Kürt sorununa eğilmeyi vicdan ve sorumluluk bellemiş büyük aydınlarımızın, partiyi revizyon etme işlemi böylece başlamış oldu. Makbul Kürt, sadece siyasi iktidarın yaratmaya çalıştığı bir Kürt modeli değildi artık. Bu, Kürtler’i rahatça savunabilmeleri için aydınlarımızın da yaratmaya çalıştığı bir modeldi aynı zamanda. Kürtler makulleşsin ki, biz de köşelerimizden hem eşitlik ve sosyal adalet gibi kavramlardan vazgeçmeden, hem de iktidarla çok ters düşmeden Kürtler’i destekleyebilelim deniyordu.
Kürt meselesinin bir sirk çadırına, Kürtler’in ise turistik ve eğlencelik bir mevzuya dönüşümü böyle başladı. Köşelerinde çoğu zaman gerek romantik, gerek dramatik, gerek provokatif bir şekilde Kürt sorununa yer veren yazarlarımız, Kürtler’in nasıl olması ve nasıl davranması gerektiğine dair şablonlar yaratmaya başladılar. Ara sıra ne kadar duyarlı ve vicdanlı oldukları görülsün diye Newroz’lara katıldılar. Safariye çıkmış turistler gibi Kürtler’i keşfe çıktılar. Halay çektiler, puşi taktılar ve Kürtler’in aslında ne kadar sevimli ve mert olduklarını; hiç de kafalarındaki gibi olmadıklarını, basbayağı onlar gibi insan olduklarını keşfettiler! İstanbul’a döndüler ve köşelerine Kürtçe başlıklar atıp Kürtler’in taleplerinin dinlenmesi gerektiği konusunda yazılar yazdılar. Bir yandan kalemlerinden kardeşlik mesajları dökülürken bir yandan da “oranın insanı” ayrımını yaptılar. Kardeşlik belirtirken vurgulanan yer hep farklılıklardı. Kürtler hep bakılan, tasarlanan, resmedilen ve farklılığı çizilen ilginç “kardeşler” oldular.
Birileri ağır bedeller ödedikten çok sonra, bir rant mecrası olan Kürt sorununa ve Kürtler’e yaklaşımı bir kaç tavırda örnekleyebiliriz. Bu tavırlardan ilki köşesinde Kürtlerden ve Kürt sorunundan en çok bahseden Cengiz Çandar’da zuhur edenidir. Çandar’ın yaptığı gibi iyi Kürt ve kötü Kürt’ün ayrımını yapmak, Kötü Kürtler’e had bildirmek en sık karşılaşılan tutumdur.[3] Yazısında da göreceğimiz gibi Çandar’ın ‘Böyle bir Kürt’ le neyi kastettiğini, kötü Kürtler’e ibret olarak gösterdiği kişiden bulabiliriz. ‘Böyle bir Kürt’ten kasıt, diğerlerine benzemeyen, taş atmayan, dağda olmayan, silahlanmayan veya özerklik gibi haklardan bahsetmeyen ve iktidara yakınlaşmakla itham edildiği için örgütle arası bozulan Muhsin Kızılkaya gibi Kürtler. Muhsin Kızılkaya’yı takip edenler, Kızılkaya’nın Yılmaz Erdoğan’ın arkadaşı ve Mehmed Uzun’un bacanağı olarak ünlü olduğunu ve önce Yılmaz Erdoğan’ın hatıralarını ve aşklarını yazarak sonra da Mehmed Uzun’un kitaplarını çevirerek yazar olduğunu bilirler. Kızılkaya, Kürtler’in sorununu kültür politikası çerçevesinde hep edebi bir dille estetize etmiş ve Türkler tarafından radikal olarak yaftalandırılan duruşlardan -en azından görüldüğü kadarıyla- kaçınmıştır. Cengiz Çandar’ın ‘böyle bir Kürt’ diyerek olumladığı Kürt tipini temsil edecek biridir. Çandar aynı yazıda ‘Böyle’lere benzemeyen ‘öyle’lere aba altından sopa gösterirken, onlara karşı neyin hakkı olup neyin olmadığı kararını da bir başına vererek kendini bu konuda iktidar ilan ediyor.
“Ben, ‘Türk basınının arkasındaki psikolojik savaş odaklarına’ girmediğim, hatta onların saldırı hedeflerinden biri olduğum için, Kürt siyasi hareketinin önde gelen unsurlarına, ‘Dilinize, kullandığınız sıfatlara, açıklama yaptığınız adreslere dikkat edin’ deme hakkına da sahibim.”[4]
Yani köşesinde Kürtler’den bahseden her “aydın”, iyi çocuk kötü çocuk tanımını yapmak ve kötü çocukları azarlamak hakkına sahiptir. Bu noktada normal bir tartışma ortamında pek de kabullenilemeyecek önermelerin, Türkiye’nin aşırı sağının yahut derin devletin tehditkar refleksleriyle tersinden meşruiyet kazanması durumu da var ki, 40 senedir devletin aktif baskısı altında binlerce kayıp vermiş oldukları halde taleplerinin genel bir eşitlik anlayışı içinde hala meşrulaşamamış; onun yerine şirinleştirilme yolunun seçildiği Kürtler’in genel durumuyla birlikte düşünüldüğünde meşruiyetin kaynağı konusunda bizi derin düşüncelere sevketmelidir aslında.
A MAN FOR ALL SEASONS…
Kürtler’e yönelik bir diğer tavır ise Ece Temelkuran’da görülen “geçerken uğradım o sırada da Kürtlerin insan yönlerini anlatmaya karar verdim” manevrasıyla bu soruna dahil olan ve romantik bir şekilde Kürtler’i estetize etmeye çalışan tavırdır -buradaki insanlaştırma ve estetize etmede, ırkçılığa biri diğerinden daha yakın iki ayrı özcülük biçimi var ama bu başka bir yazı konusudur, meraklısı işe Edward Said okumakla başlayabilir. Ece Temelkuran, kendince belirlediği iyi Kürt’ü şiirselleştirirken, kötü Kürt’ü azarlama hakkını kendinde görenlerden.
09/06/2011 Tarihli Siyaset Meydanı izlendiyse, Temelkuran’ın gerek bu tavrıyla, gerekse Kürt sorununu sadece şiirsel bir maneviyatla ele alışıyla bu meselede nasıl sınıfta kaldığı görülmüş olabilir. Siyaset Meydanı’nda dile getirdiği düşüncelerin, ait olduğu etnisiteyle neden alakası olmasi gerektiğini bir türlü anlayamadığımız ancak Akp’yi savunduğu için makbul olmayan Kürt statüsünde daha fazla dövülmesi uygun görülen “Adıyamanlı Mustafa Abi”, söze “Şşşştt sorumu sorayım, bak siz Kürtmüşsünüz değil mi? Kürtsünüz” şeklinde başlayan Ece Temelkuran tarafından iki kez lanetlendi ve azarlandı. Son zamanlarda köşesinde sürekli Kürtler’i romantize edip tektipleştiren Ece Temelkuran, aynı programda “Akp’ye oy veren Kürtler ne olacak?” sorusuna cevap veremedi. Kürtler’in tektipleştirilemeyeceğini söyleyemezdi çünkü zaten bunu kendisi yapıyordu. Makbul Ermeniler’in hangileri olduğunu bütün dünyaya öğretmeye çalıştığı gibi, bu sefer de makbul Kürtlüğün dilbilgisi üzerinden bir insanı paylamayı kendisinde hak görebiliyordu. Kürtler tektipleştirilemez diyemediği gibi, ne özerkliğin ayrı bir devlet anlamına gelmediğini, ne tek-parti diktatörlüğü demek olmadığını söyleyebildi. Üstelik anadilde eğitim konusunda tatmin edici herhangi bir cevap da veremedi. Anadil tartışılırken “Ben Kürt değilim” deyip pası başkasına attıktan bir süre sonra “Ben kendimi Türk olarak görmüyorum” diyebilme keyfiyetini gösterdi. Adıyamanlı Mustafa Abi “kalpsiz” bir Kürt olduğu için keyifle dövülmeyi hakediyor, fakat dünya vatandaşı Ece Temelkuran zora gelince başkalarına yapıştırmakta beis görmediği kimlikten abrakadabra hilesiyle çıkabiliyordu. Oysa bir saat önce Adıyamanlı bir Kürt’e, kendisini ‘ezilen Kürt’ kimliğine hapsetmeme hakkını çok görmüş ve Kürt olarak Akp’yi desteklediği için daha okkalı bir fırça çekebilmişti.[5] Bu noktada araçsallaştırmaya yatkın aklın eleştirisi başka yerde yapılıp bizde pek umursanmadığı için yanıtını bir çırpıda kolaylıkla bulamayacak olsak da, AKP’ye oy vermeyecek Kürtler’e bölgece hoyratlaşan Başbakan Erdoğan ile BDP’ye oy vermeyecek bir Kürdü Siyaset Meydanı Tiyatrosu’nda hoyratça azarlayıp sözle dövme selahiyetini kendisinde bulan tepedenci Temelkuran arasında ne fark var diye sorabiliriz elbet.
Yine aynı programdan anlaşılan o ki Kürt sorunuyla ilgili yazdığı gezi yazılarında kendi vicdanını, duyarlılığını ve ne kadar büyük riskler aldığını ön plana çıkarmaktan, Kürtler’in sorunlarına yeterince çalışmaya fırsatı olmamıştı. Kürt sorunuyla ilgili yapabildiği en iyi şey Newroz’a katılıp Kürtleri dünya özcülük ve oryantalizm literatürüne geçebilecek şekillerde tasvir eden yazılar yazmak olduğu için Temelkuran’ın o geceki anadil konusundaki ortaokul öğrencisi kompozisyonu performansı çok şaşırtıcı olmamalı belki de. Ancak Emek Bloku’nun web sitesininin anadilde eğitim bölümlerini bile yeteri kadar karıştırmadığı bu kadar belliyken sahne almış olmasının vebali konusunu belki Bdp de düşünmeli: Otuzu aşkın sene ve kırkbin insanın hayatına malolmuş haklar meselesini demek ki taraftarlarına bile yeteri kadar iyi anlatamamışlar.
Kürtler’e karşı bir başka tavrın zuhur ettiği kişi ise yine Kürtler’i çok seven ve onlardan sık bahseden Ali Bayramoğlu: O da içindeki Kürt sevgisini ‘hem severim hem döverim diyen bir baba edasıyla çocuklarının kulaklarını çekerek gösteriyor: “özellikle Kürt siyasi hareketi bu konuda taviz vermeyen bir tutum içindedir. Hatta tersine bu hareket, her geçen gün, düne ait çizgileri aşmakta, çıtayı yukarı çıkarmaktadır.” İnsan bu yazıyı okuyunca devamında ‘bu ahval ve şerait altında, bizim Kürtleri desteklememiz imkansızdır. Ey Kürtler efendi olun!’ diyen bir cümle gelecek sanıyor değil mi? Hayır. Tam olarak öyle gelmiyor ama yazı çok benzer bir şekilde bitiyor: “siyasi iktidar bir adım ileri, Kürt siyasi hareketi bir adım geri atmalıdır”. Yani öncelik mağdura değil, mağdur edene verilmeli; sorunun çözümü mağdurun talepleri, mağdurluğunun giderilmesi yönünde değil de, mağdur edenin önceliği ve onun bakış açısıyla ele alınmalıdır. Kısaca ne şiş yansın ne kebap. Ya da ne yardan ne serden. Ali Bayramoğlu hem Kürt meselesinde konuşmuş oluyor hem de devleti incitmiyor. Kürt sorunu çözümünde önerebildiği şeyler, iktidarın Kürt sorununun çözümsüz kalmasına sebep olan tavrının aynısı. Bırakın iktidara bir şeyler söyleyebilmeyi, bu tutumla Kürt meselesi hakkında hiçbir şey bilmeyen veya bildiği şeyler kulaktan dolma bilgiler olan okuyucuyu bile aydınlatamazsınız. Bayramoğlu, Kürt sorununun bitmesini isteyen ve Kürtler’i seven bir aydın sıfatıyla bu meselede böyle bir tavır alırsa, aydınlatmakla mükellef olduğu insanların veya iktidarın tavrı tahayyül bile edilemez.
SENİ UZAKTAN SEVMEK AŞKLARIN EN GÜZELİ…
Kürt sorunundan çok bahseden fakat hiçbir şey demeyen ve hiçbir şey yapmayan yazarlarımız, canları istediğinde Kürtler’e “fazla ileri gittin” deme hakkını da kendilerinde bittabi görüyorlar. Kürtler’e ehlivukufluk oynamaya çok meraklılar lakin aynı hırçınlığı ve hocalığı iktidara yapamıyorlar. Devlete ve siyasi iktidara karşı, Kürtler’in tek gerçek talebi olan ‘kolektif hak ve siyasi statü merkezli kendini yönetme’ meselesi konusunda esnek davranması, Kürtler’i bu konuda dinlemesi ve Kürtler’le bu konuda uzlaşması gerektiğini belirten bir yazı, söylem veya girişimde bulunmuyorlar. Yani ara sıra bulunur gibi yapıyorlar ama meseleyi ya ağızlarında gevelediklerinden ya da yarım ağız söylediklerinden diğer azarları duyduğumuz kadar duymaya fırsatımız olmuyor. Bu konuda aracılık yapmaları ve ellerini taşın altına sokmaları gerekirken onlar erke karşı maksimum hassasiyetle yaklaşıyorlar. Hatta konumlandıkları yer devlet ideolojisiyle aynı yer. Tek fark Kürtler’i sever gibi yapmaları. Bu tavrın ve genel olarak bu bakış açısının altındaki imzalar Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel, Roni Margulies veya Cengiz Çandar’a değil de ulusalcı veya milliyetçi bir yazara ait olsaydı bu yazılar aynı sükunetle okunur muydu bilemiyoruz.
Ne Kürtler’e sevimsiz görüneyim, ne de siyasi iktidarın şimşeklerini üstüme çekeyim niyetiyle girişilen bu ehlileştirme tavrının yakınlardaki bir örneği ise Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma, Adalet ve Yüzleşme Komisyonu üyesi psikoterapist Murat Paker’den geldi. Diyarbakır Cezaevi mağdurlarıyla ilgili bir çalışma yapan Paker, ‘Kürtler ve sorunlarıyla ilgili konuşmak bir psikoterapist olarak benim en tabii hakkım’ diye düşünmüş olmalı ki Pkk’ye katılımın önlenmesi konusunda verdiği röportajda şunları söyledi: “Bu genç Kürtler’i ikna edemediğimiz müddetçe, ki bu onlar için iyi bir şeydir, kazanımları olacaktır, yaraları sarılacaktır, Pkk yarın bu hükümetle bir anlaşma yapsa bile, ikna olmayan bu gençler yarın değil öbür gün, yeni, belki çok daha şiddetperver bir Pkk çıkarma potansiyeline sahiptirler. Ya da şehirlerde herhangi bir politik hedefi olmayan kör şiddet gayet yaygın biçimde artabilir. Türkiye’nin hakikaten en büyük meselesi budur”
Bunları söyleyen bir psikoterapist. Terapiye alıp tedavi edilmesi gereken kişiler olarak gördüğü ‘hastalar’, Kürt gençleri. Yani psikoterapist olarak ‘hasta’ diye konumlandırdığı kişiler, Kürt gençlerini şiddete yöneltenler değil de savaşın ve yarattığı koşulların seçeneksizliğe sürüklediği Kürt gençlerinin kendisi. Onların köşeye kıstırılmışlığa verdikleri tepkiyi ikna ve tedavi yöntemiyle “iyileştirme”yi düşünüyor.
Peki bu genç Kürtler’i neye ikna ediyoruz? Bu bakış, daha baştan Pkk’yi ve Kürtler’i şiddeti üreten ve savaşı başlatan yapı olarak konumlandıran bir bakış değil midir? Şiddetin sona ermesi için ikna edilmesi gereken, şiddetin nedeni değil de sonucu mudur? Neden devleti veya siyasi iktidarı değil de, Kürtler’i ikna ediyoruz? Murat Paker, bir psikoterapist olduğu için bu soruyu ona daha rahat sorabiliriz. Nefret söyleminin mağduru bir travesti size gelse ve mahallesinde her gün itilip kakıldığını, dayak yediğini ve komşuları tarafından ölümle tehdit edildiğini söylese bu sorunu “Karşılık verme. Karışma. Duymazdan gel, yoksa şiddeti bitiremeyiz” gibi bir ikna yöntemiyle mi çözeceksiniz? Sorunun nedeni olan mahalleliyi incitmemek için, sizden yardım istemiş olanı, onların diliyle ikna odalarında mı tedavi edeceksiniz? Nedeni ortadan kaldırmadan, sebep-sonuç ilişkisiyle soruna eğilmeden sonuca odaklanmak yöntemi psikoterapik bir yöntem midir, yoksa mevzubahis Kürtler olduğu için yöntem tersine mi işliyor?
Liberal aydınlarımız, gazetecilerimiz, akademisyenlerimiz ve yazarlarımız ehlileştirip beyazlaştırdıkları kadarıyla Bdp’nin seçim bildirgelerindeki imza kampanyasına destek vermekten geri durmuyorlar. Türkiye’de aydın olmanın ilk şartı imza kampanyasından geçtiği için etrafta “Kürtler şunu şunu yaparsa iyidir, şunu şunu yaparsa kötüdür. Kürtler özünde iyidir ama Pkk kötüdür. Devlet iyi Kürtler’le hemhal olmalıdır” mealine gelen ve altlarında yüzlerce aydının imzasını göreceğiniz imza kampanyalarıyla çok sık karşılaşabilirsiniz. Şikayetçi değiliz. Daha önce hiçbir yerde görmediğimiz insanların isimlerini kampanyadan kampanyaya bile olsa görüp hasret gideriyoruz. Fakat ne yazık ki bu insanların Kürt sorununu ele alış biçimleri sadece kültür politikası çerçevesinde olabiliyor. Siyasi söylem “Kürtçe’ye özgürlük, anadilde eğitime serbestlik”ten öteye gidemiyor.[6] Politiko-ekonomik hak isteyen mağduru kültür politikasıyla oyalamak genelde iktidarın taktiğidir. Bu sadece iktidara yarayan mağdurun sakızla kandırılmaya çalışılması, siyasi meselelerin çözümsüzlüğü konusunda zaman zaman tutarlılık arzeden coğrafyamızda üzerinde durulan bir konudur. Bu çeşit bir kandırmanın neden sorun çözmekten uzak olduğu konusuna, Ayda Erbal ve Talin Suciyan’ın yanısıra, yakınlarda Nuray Mert de çok geniş ele almamış ve teorik arka planını çok netleştirmemiş olmakla birlikte değindi.
Velhasıl Kürtler’in ilk derdinin politiko-ekonomik bir dert olduğu yazarlarca da görmezden geliniyor ve tüm sorun kültürel bir eksende ele alınıyor. Bu sorunların ele alınması sırasında, yeri geldiği zaman köşelerinden ve kürsülerinden devletin dilini kullanmaktan, Kürtler’i, sınırlarını kendileri belirledikleri bir formata girmeye zorlamaktan çekinmiyorlar. Bdp’yi örgütün ve Öcalan’ın etkisinde kalmakla eleştirirken kendileri de Bdp’ye başka bir tanzim uyguluyorlar ve buna uymasını şart koşuyorlar. Ama Kürtler’in gerçek talepleri için ellerini taşın altına sokmuyorlar. “Bir grup aydın” titriyle medyaya imza dağıtan bu kişilerden şimdiye kadar Kürtler’e destek olmak amacıyla neden ciddi bir boykot organizasyonu görmedik? Dahil oldukları herhangi bir kurumu -çoğu akademisyen olduğu için akla ders boykotuyla üniversiteleri çalışamaz hale getirmek geliyor mesela- işlemez hale getirerek devleti masaya oturma konusunda sıkıştırdıklarını neden görmedik? Hatta organizasyonu bizzat planlamalarını geçtik, varolan boykotlara bir destek bile veremediler. 12 Eylül Referandumu’nda anayasal düzenlemede yok sayılan Kürtler’in boykotunu desteklemek yerine, Akp’nin ne şahane demokrasi getirdiğini överek “evet” propagandası yaptı çoğu. Sonra da Kürtler’i ve partiyi revizyon etmek dışında, ne vicdanlı ve duyarlı bireyler olduklarını göstermek için neredeyse her gün köşelerinden “savaşı durdurun”, “gençler ölmesin” romantizmi yaptılar. Bu sayede hem tasasız bir solculuk yapıyorlar hem de Kürtler’i ne kadar sevdiklerini gösteriyorlar. Ne Kürtler’in sevgisinden mahrum kalıyorlar, ne de devletle ters düşüyorlar.
THE GOOD THE BAD and THE UGLY…
Geçtiğimiz seçim arifesinde de Bdp’liler aynı tavra maruz kaldılar. Kah azarlandılar, kah kabul gününe davet edilmek için şartları dinlediler. Örgüt ve devlet arasında sürekli bir tanzime maruz kalan ve sıkışan Bdp, bir de entelijensiya tarafından yeniden şekillenmeye zorlandı. Kendilerine ‘Bu şartları yerine getirirsen, fazla ses çıkarmazsan adam olabilirsin ve seni destekleyebiliriz’ dendi. 12 Haziran seçimlerinde milletvekili sayısını 36’ya çıkararak zafer sayılan bir sonuçla meclise girmeye hak kazandılar. Bundan sonra aydınların Bdp’ye karşı tavrı olduğu kadar, Bdp’nin de onlara karşı tavrı önem teşkil edecek. Ona ne yapıp ne yapamayacağını söyleyenleri dinleyip entegre olmaya devam ederek mecliste “biblo” görevi mi görecek, yoksa varlık amacını hatırlayıp siyasetini buna göre mi şekillendirecek? Yoksa hem aydınlar, hem devlet, hem de örgüt arasındaki bunalmış halleri devam mı edecek?
Yanlış anlaşılmasın; Bdp ve örgüt eleştirilemez demiyoruz. Sadece Kürtler’in yanındaymış gibi duran bu katatonik ve gamsız duruşun aslında eşitlik yerine devletle yer yer nasıl aynı iktidar dilini konuştuğunu göstermeye çalışıyoruz. Zaten Pkk ve devlet arasında sıkışmış bu yapı, bir de Türk ‘aydın’ının baskısıyla iyice nefessiz kalıyor. Hareket alanı daracık oluyor. Evcilleşiyor, popülistleşiyor, Türk soluyla cilveleşmek zorunda kalıyor, yeri geliyor Müslümanlığını ispatlamak için İslamize oluyor ve meydanlarda namaz kılıyor, yeri geldiğinde Kuva-yı Milliye ruhuna bürünüp Kurtuluş Savaşı’na ve bu savaşın nasıl Türk-Kürt ortaklığıyla kazanıldığına dikkat çekiyor ama hala yaranamıyor. Bu kadar birbiriyle çelişen mahallelerin hepsini birden memnun etmeye çalıştığı için asıl memnun etmesi gerekenleri es geçiyor.
Bu tavır kimlere yarıyor? Kürtler ve onları temsil eden parti dışında herkese. Köşelerinde Kürt sorunu, barış, çözüm gibi meselelerden ancak devletin izin verdiği çerçevede bahsetmek ve imza kampanyalarına isim vermek sadece kendi halkla ilişkilerine yarıyor. Hem duyarlı, hem Kürtperver, hem de aydın kimlikleriyle rahat rahat uyuyabiliyorlar. Hem de iktidarın hışmını üstlerine çekip başlarını pek de ağrıtmıyorlar. Kimse hapsedilmesin elbet ama iki gazeteci hapsedildi diye sokaklara dökülenlerin, geçen yazdan bu yana 2000 üzerinde Kürt siyasetçisinin hapsedilmesi konusunda toplu olarak kıllarını kıpırdatmış olmamaları manidar bile değil düpedüz ayıptır.
Devlet bu işten zaten memnun. Çünkü ülkesinin muhalif ve aydın sıfatını taşıyan yazarlarının kendi yolunda ilerlediğini bilmenin mutluluğuyla müreffeh. Biliyor ki o yapmazsa, köşesinden ve kürsüsünden biri çıkacak ve Kürtler’e azar çekip iyi Kürt olmanın yolunu öğretecek. Gelin sizi tedavi edelim, bize taş atmayın ki bu sorun çözülsün diyecek. Bdp bir boykot planlarsa onu ehil yola çevirecek ve yalnız bırakacak.
Biz Kürtler’i çok seviyoruz. Hala onlardan bir prens/prenses yaratamadık ama devlet-entelijansiya el birliğiyle gırtlaklarına binip öpmeye devam edersek, inanıyoruz ki bu çirkin kurbağalar, bir gün güzel bir prense/prensese dönüşecekler.
[1] Örneğin Ermeniler’in sadece 19 Ocak ve 24 Nisan anmalarında görülür olabilmeleri ve sorunlarına dair hiçbir şey söylenmemesine rağmen vicdanları aklamak için kullanılmaları gibi.
[2] Tayyip Erdoğan’ın hazırladığı raporun genel başlıkları şöyleydi.
- Kürt sözcüğünün kullanılmasından çekinilmemeli, resmi ideoloji sorgulanmalı
- Kürt kimliği ve kültürünün tanınması ve geliştirilmesi için engelleyici tüm yasalar kaldırılmalı
- Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Kürtçe’nin öğretilmesi için yasal imkanlar hazırlanmalı
- Bu haklar diğer halklara da (Laz, Çerkez, Gürcü Arap vs) tanınmalı
- Dileyen herkes anadilinde eğitim-öğretim yapabilmeli
- Dileyen herkes anadilinde kitle iletişim araçlarından yararlanabilmeli
- Türk ve Kürt ırkçılığına eşit ölçeklerle karşı çıkılmalı
- İnsan hakları konusunda duyarlı bir politika geliştirilmeli
[3] Kötü Kürt, içeriği sürekli değişen bir tanımdır. Örneğin liberal yazarların kötü Kürt’ü Akp karşıtı iken, kendilerini solla ilişkilendiren yazarların kötü Kürt’ü Akp taraftarıdır.
[4] a.g.g.y.
[5] 9 Haziran 2011 tarihli Siyaset Meydanı. 2. saat 48. dakika.
[6] Hatta bu bile yapılamıyor. Ana dilde eğitim konusu üstünde hiç düşünmedikleri için yapılan tartışmalarda anadilde eğitime karşı olan insanların sorularına cevap veremiyorlar. Ana dilde eğitimin çeşitli modelleri (Örneğin Bask bölgesi içi değişik modeller) ile iki dilde eğitim (dual acquisition) farkı bilinmediği için mutlak anadilde eğitime karşı olan Cüneyt Ülsever, anadilde eğitime taraftar olan Ece Temelkuran’a Amerika örneğini verebiliyor ve Ülsever’e karşı karşılaştırmalı savunma yapamayan Temelkuran pası başkasına atmakla yetiniyor (bkz. 9 Haziran tarihli Siyaset Meydanı).