“İçten duygular, güzel düşünceler, kurbanların sayısını azaltmaya yetmez.”
Bilge Karasu
Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak isimli kitabında basın fotoğrafçılığıyla hesaplaştı ve haber fotoğraflarıyla insanların acısının estetize edilmesine karşı çıktı. Sontag’a göre bu fotoğraflar beynimizde “şok” etkisi yaratıyordu. Bir yandan toplumsal bilincimizi uyarırken diğer yandan onu öldürüyordu. İlk anda bu fotoğraflarla uyarılan beynimiz daha sonra bunlara alışıyor ve acı artık eski etkisini yapmıyordu. Çünkü bu imgelerle birlikte acının kendisine yabancılaşıyor, başkalarının estetize edilmiş acısına ise alışıyorduk. Acı, yıkıcı etkisini kaybedip, görsel bir şölene, izlencelik malzemeye dönüşüyordu. İzleyici acıya alışıp ona yabancılaşırken, bu fotoğrafların sahipleri Pulitzer gibi ödüllerle pekâla ödüllendirilebiliyordu.
Sontag’a sonuna kadar hak vermekle birlikte, bizi acıya yabancılaştıran ve duyarsızlaştıran tek şeyin savaş görselleri olmadığını da eklemek gerekir. Günümüzde haber fotoğrafçılarının acıyı estetize etme geleneklerini bilhassa Kürt Sorunu konusunda, yazılı basın ve köşe yazarları da paylaşıyor artık. Gün geçmiyor ki okurlarına insanlık dersleri veren, onları insanlığa ve vicdana davet eden bir köşe yazısıyla karşılaşmayalım. “İnsanlığa çağrı” retoriğinin köşe yazılarına ne zaman girdiğini tam hatırlamasak da, zirvesini Akp’nin iktidar olduğu 2002’den beri yaşadığını söyleyebiliriz (1).
1989’da Sovyet blokunun yıkılmasıyla birlikte kendini sol olarak niteleyen eleştiriye yeni bir enstrümanın katıldığını görürüz; Ahlakçılık. Soldaki ahlak siyaseti üzerine yazan Wendy Brown, ahlak ve ahlakçılığın iki ayrı tutum olduğunu ve birbirlerinden ayrılması gerektiğini belirtip, ahlakçının, ahlaklının tam karşıtı olduğunu, solda baş gösteren ahlakçı tutumun belli bir kaybın semptomu olarak doğduğunu ve bu kaybın da Reagan-Thatcher dönemiyle çözülmeye başlayan solun, 89’daki Sovyet çöküşü yenilgisi olduğunu ileri sürer (2). Aynı ahlakçı tutumu Tanıl Bora 12 Eylül sonrası post-travmatik politik aczin bir veçhesi olarak yorumlar ve buna sinizm der (3).
Sözlük anlamıyla ahlak: “etik, bilgelik, ahlaki vasıf ve nitelikler, davranış ve sorumlulukla ilgilenen öğreti” diye tanımlanırken, ahlakçılık, sözlükte; “ahlak taslama düşkünlüğü” olarak yer alır. Aynı sözlükte vicdana baktığımızda şununla karşılaşırız; “yanlış ve doğrunun ne olduğunu bildiren duygu, içsel ses. öznel şuur.” Bu tanımlara göre ahlakçılık ve ahlakçı söylemin önemli aracı olan vicdan, gayet soyut, kişisel ve gayri-siyasi bir kavramdır. Fakat pratik açıdan daha kolay olduğundan ve sahibine bir duyarlılık zırhı giydirdiğinden uzun bir zamandır, dokunulmaz köşe yazarlarımız tarafından Kürt Sorunu’nun en başat çözümü olarak önerilebiliyor. Dolayısıyla hem baş ağrıtmıyor, hem suya sabuna dokunmadan Kürt Sorunu hakkında konuşulmasını/yazılmasını sağlıyor. Hem politika yapmak zorunda bırakmıyor hem de yarattığı duygu şöleniyle sahibine hayran bıraktırıyor. Çözüm önerisi siyasi olursa muhakkak ki muhataplardan biri devlet ve iktidar olacağından vicdani söylem içinde böyle bir sorumluluk da kalmıyor. Kürt Sorunu’nun tarafları ve kamuoyu vicdana davet edildiğinde ve önerilen çözüm vicdani olduğunda, devlet ve siyaset muhatabı aradan çıkarılarak okura yücelik taslanabiliyor. Diğer yandan vicdan gayri-siyasi ve soyut niteliğiyle depolitize edici bir gücü de içinde barındırıyor. Bu retorikten beslenildikçe, söylem sahibi, kendini siyasi yelpazenin solunda konumlandıran bir kalem de olsa, Kürt sorununda çözümü “depolitizasyon” ile savunmuş oluyor. Üstelik vicdan, o kadar kişisel, kültürel ve ideolojik bir kavram ki, kimseyle somut ve siyasi bir bütünlük/ortaklık sağlamak da mümkün değil.
Mesela evlilik dışı hamile kalan ve kürtaj yaptırmaya karar veren bir kadının vicdanı, bu bebeği şartları uygun olmayan bir ortama doğurmayı yanlış bulurken, kürtaj karşıtı bir kadın bu duruma tanrının doğmasını istediği bebeğin, bebeğin rızası olmadan katledilmesi ve cinayet olarak görüp karşı çıkar.
Vicdanın kendisi böyle bir savaş ya da mücadele alanı ise, savaşın son bulması için vicdanın nasıl bir anlamı olabilir?
Apolitik sol, gayri-siyasi siyaset, ahlaklı savaş
Siyaset, niyet okumalara, iyilik-güzellik dileklerine, insanlık derslerine, kişisel iç seslere bırakılabilecek bir alan değil. 30 yılı aşkındır süren bu savaş, devlet, insanlık çağrısı yapan yazarlardan daha az ahlaklı, daha az insan veya daha az vicdanlı diye başlamış değil. Aynı şekilde taraflardan biri daha ahlaklı, daha vicdanlı ve daha insan olduğunda da bitecek değil.
O halde, Kürt sorununun çözümü için ahlakçılık ve vicdan dersleri verilince ele geçen tek şey Kürt Sorunu fonu üstünden okuyucuya vicdan dayatan kişinin ne kadar iyi ve vicdanlı olduğu izlenimi oluyor. Kişi kendi yüceliğini ve vicdanını göstermek için insanları “vicdan”a davet ediyor, onlara ahlakçılık taslıyor. Bir çeşit duygu şöleni ile, olayın kendisi kayboluyor, okur içsel dünyasıyla baş başa kalıyor ve mevzu politik olandan çıkıp, depolitik alana giriyor. Burdaki tek sorun şüphesiz bu değil. Vicdana çağıran kişi bir anda parmağını burnumuza uzatmış olarak tepemizde beliriyor ve vicdan bir tarafın diğer tarafa gösterdiği, miktarı, derecesi ve gösterilip gösterilmemesi keyfiyete bırakılmış bir lütufa dönüşerek eşitsiz bir ilişkinin de aracı oluyor. Bir hak, vicdan gösterenin elinde bir “hediye”ye dönüşüyor ve vicdan gösteren taraf hiyerarşik olarak bir basamak üste çıkıyor.
Yakın tarihli bir örnek olarak, Yıldırım Türker, Savaş Pᴑrnᴑsu yazısında Çukurca baskını videosunu savaş pᴑrnᴑsu ilan ederek eleştirdi (4). Yazıya konu edilen görüntüler çok rahatsız edici görüntülerdi. Steril yaşamlarımızı ve gündelik işlerimizi bozguna uğratmış, izleyeni rahatsız etmiş ve “uzaktan” da olsa izleyicisini savaşın içine çekmişti. Bu yüzden, birer izleyici olarak, yüzümüzü her an görüntüden kaçırmaya hazır, yan gözle ve bir elimizle her an gözümüzü kapatma refleksiyle izlemiştik. Türker de bu videoyu çekenleri savaş pornosu yapmakla itham ederek, savaşın taraflarını “ahlaka” davet ediyordu.
Vicdan retoriğinin en tartışmasız örneklerinden biri olan bu yazının itiraz edilmesi gereken noktalarından biri bunun savaş pᴑrnᴑsu ilan edilmesiyken, diğeri, savaşın taraflarından birinin ahlaka davet edilmesi. Çünkü o şok edici görüntüler bir belgeselcinin veya gazetecinin görüntüleri değil. Üçüncü bir kişi tarafından çekilip, kâr amacıyla servis edilmedi. Savaşın taraflarından biri, savaşın “gereklerinden” birini yerine getirmiş ve diğer tarafa saldırarak bunu da kaydetmişti. Bir kurmaca değil, gerçek ve çıplak bir savaş vardı o görüntülerde. Bu görüntüleri savaşın estetize edilmesi ve bunu yapanların savaş ve acı üstünden kariyerini tamamlaması gibi, görüntülerin sahibini ve içeriği ikincilleştiren bir yerden eleştiremeyiz. Çünkü savaş düpedüz böyle bir şey işte! İnsan öldürerek süre giden bir vahşet durumu. Şanslı olanların sadece uzaktan ve “yamuk bakabildiği”, içindekilerin ise kaçamadığı ve görmemek için kafasını çevirecek bir boşluğun olmadığı “ürpertici” bir durum. Bu durum içinde gerekliliklerini yerine getirenlerin, bunu ifa etme biçimlerini eleştirmek savaşı “daha ahlaki” bir zemine taşıma çağrısından öteye geçemiyor. İstesek de geçemez…
Bu görüntülerin yarattığı etki, Kürt Sorunu’nda çözüm için insanları vicdana, haysiyete ve onura davet etmekten daha gerçek ve estetikten uzak bir etki. Görüntüler aracılığıyla savaş, tüm çıplaklığı ve acımasızlığıyla savaşa kulaklarını tıkayanların, ona uzaktan bakanların, içi boşaltılmış “savaş kötüdür, barış gelsin” söylemini sürdürenlerin, “bir oğlum daha olsun onu da bu vatana feda ederim” diyenlerin, savaşı sadece filmlerden izlemiş ve eline silah almak için can atan cevval gençlerin karşısına dikildi ve kendisinin aslında tam da ne olduğunu gösterdi. Etkisi savaş pᴑrnᴑsu gibi uyuşturan bir etki değil, uyandıran ve rahatsız eden bir etkiydi. Savaş nasıl bir şeyse, görüntüler de öyleydi. Bu görüntüleri, savaş taktiği olarak aynı “psikolojik yıpratma” yolunu izlemiş olmalarına rağmen, yapısal olarak eşit olmadıkları için gerillaların kesilmiş kulaklarıyla poz veren askerlerle aynı kefeye koyup kınamak ve savaşın sorumluluğunu (dolayısıyla barışı reddinin de sorumluluğunu) bir tarafa yükleyerek, onları ahlaka davet etmek, Irak işgali sırasında Donald Rumsfeld’in ABD askerlerinin Nasiriye’de esir düşme görüntülerini yayınlayan Al Jazeera televizyonunu “uluslararası hukuku çiğnemekle” suçlaması kadar abesle iştigaldir. Savaş ancak PKK’nin hataları söz konusu olduğunda savaş terimleriyle tartışılıyorsa ve kınanıyorsa, bu eleştirinin içselleştirilmiş bir mütehakkim bakışında süzüldüğü ve üsttenlikçi bir dille dillendirildiği söylenebilir. Bir aydının temel sorumluluğu savaşı kınamak ve ahlaka davet etmek midir? Aynı zamanda çözüm önerebilmek, çözüm için gereken zemini yaratmaya çaba harcamak da değil midir?
Son altı ayda sadece BDP sözkonusu olduğunda bile 1356 kişi tutuklanmış, nerdeyse hakkında dava açılmamış tek bir BDP’li kalmamışken (5), 2009’dan bu yana tutuklu sayısı üç bini bulmuşken vicdana ve ahlaka davet çağrılarının sorunu çözmediği aşikar. Her gün onlarca gencin öldüğü, onlarca siyasinin tutuklandığı bir süreçten söz ediyorsak, sözü hem kitlelere hem de iktidara ulaşan yazarların, aydınların, sanatçıların ve entelijansiyanın kitleleri örgütlemek için adım atmalarının vaktinin geldiğini pekâla söyleyebiliriz.
Eğer savaşın küllenmek yerine, alevlenerek devam ettiği; çatışma ve ölüm haberlerinin her geçen gün arttığı bugünlerde aydınlar, böyle bir örgütlenmeye ön ayak olmak yerine, köşelerinden vicdan güzellemesi yapıp bunun üstünden kariyer ve para kazanmaya devam edeceklerse, bizler de Susan Sontag’ın mezarından fırlayıp, acıyı estetize eden savaş pᴑrnᴑsuyla uğraştığı gibi, siyaseti estetize ederek bilinci uyuşturan vicdan pᴑrnᴑsuyla uğraşmasını dileyelim.
Özge İspir
* vicdan herkesin komşunu dövmek için aldığı fakat asla kendine karşı kullanmadığı bastonlara benzer / Honoré de Balzac
1-Vicdan söyleminin bu kadar moda olmasının bir sebebi de Akp’nin siyaseten muhafazakar/mutedeyyin bir parti olarak iktidar olması diye düşünülebilir. Akp dini söylemleri nedeniyle devlet ve iktidar algısından soyuldu ve ahlaklı/vicdanlı kabul edildi. Hal böyle olunca, zaten ahlakçılıkla ters köşe oluşturmaya çalışan muhalefet iyice vicdan söylemine yöneldi ve Akp’den daha fazla vicdan talep etmeye başladı.
2- Wendy Brown, Politics Out Of History
3- Bora, Sloterdijk’in bahsettiği sinizmin iki tarzından biri olan “efendinin sinizmi” tutumundan bahseder. “Aşırı nesnelci bir tutumdur bu. Eleştirel akla sahiptir -ama neticede itaatkar olmak kaydıyla. (Bu hakim gücün, eleştiriyi/muhalefeti neticede itaatkar olması kaydıyla hoşgören tutumundaki sinizmle örtüşür.) Şizoid bir haldir sinizmin bu tarzı. Steril bir kaba dönüşmüş “kimliğini” korumak için kasılır ve ahlakçılığa savrulur. Dekadanlığa yatkın bir karamsarlık üretir” Tanıl Bora, Sol, Sinizm, Pragmatizm s.25.
4-http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&Date=11.09.2011&ArticleID=1062946
5- http://www2.bianet.org/bianet/siyaset/132839-alti-ayda-1356-bdpli-tutuklandia