Vicdan Pᴑrnᴑsu

by Ozge İspir


“İçten duygular, güzel düşünceler, kurbanların sayısını azaltmaya yetmez.”
Bilge Karasu

Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak isimli kitabında basın fotoğrafçılığıyla hesaplaştı ve haber fotoğraflarıyla insanların acısının estetize edilmesine karşı çıktı. Sontag’a göre bu fotoğraflar beynimizde “şok” etkisi yaratıyordu. Bir yandan toplumsal bilincimizi uyarırken diğer yandan onu öldürüyordu. İlk anda bu fotoğraflarla uyarılan beynimiz daha sonra bunlara alışıyor ve acı artık eski etkisini yapmıyordu. Çünkü bu imgelerle birlikte acının kendisine yabancılaşıyor, başkalarının estetize edilmiş acısına ise alışıyorduk. Acı, yıkıcı etkisini kaybedip, görsel bir şölene, izlencelik malzemeye dönüşüyordu. İzleyici acıya alışıp ona yabancılaşırken, bu fotoğrafların sahipleri Pulitzer gibi ödüllerle pekâla ödüllendirilebiliyordu.

Sontag’a sonuna kadar hak vermekle birlikte, bizi acıya yabancılaştıran ve duyarsızlaştıran tek şeyin savaş görselleri olmadığını da eklemek gerekir. Günümüzde haber fotoğrafçılarının acıyı estetize etme geleneklerini bilhassa Kürt Sorunu konusunda, yazılı basın ve köşe yazarları da paylaşıyor artık. Gün geçmiyor ki okurlarına insanlık dersleri veren, onları insanlığa ve vicdana davet eden bir köşe yazısıyla karşılaşmayalım. “İnsanlığa çağrı” retoriğinin köşe yazılarına ne zaman girdiğini tam hatırlamasak da, zirvesini Akp’nin iktidar olduğu 2002’den beri yaşadığını söyleyebiliriz  (1).

1989’da Sovyet blokunun yıkılmasıyla birlikte kendini sol olarak niteleyen eleştiriye yeni bir enstrümanın katıldığını görürüz; Ahlakçılık. Soldaki ahlak siyaseti üzerine  yazan Wendy Brown, ahlak ve ahlakçılığın iki ayrı tutum olduğunu ve birbirlerinden ayrılması gerektiğini belirtip, ahlakçının, ahlaklının tam karşıtı olduğunu, solda baş gösteren ahlakçı tutumun  belli bir kaybın semptomu olarak doğduğunu ve bu kaybın da Reagan-Thatcher dönemiyle çözülmeye başlayan solun, 89’daki  Sovyet çöküşü yenilgisi olduğunu ileri sürer (2). Aynı ahlakçı tutumu Tanıl Bora 12 Eylül sonrası post-travmatik politik aczin bir veçhesi olarak yorumlar ve buna sinizm der  (3).

Sözlük anlamıyla ahlak: “etik, bilgelik, ahlaki vasıf ve nitelikler, davranış ve sorumlulukla ilgilenen öğreti” diye tanımlanırken, ahlakçılık, sözlükte; “ahlak taslama düşkünlüğü” olarak yer alır. Aynı sözlükte vicdana baktığımızda şununla karşılaşırız; “yanlış ve doğrunun ne olduğunu bildiren duygu, içsel ses. öznel şuur.” Bu tanımlara göre ahlakçılık ve ahlakçı söylemin önemli aracı olan vicdan, gayet soyut, kişisel ve gayri-siyasi bir kavramdır. Fakat pratik açıdan daha kolay olduğundan ve sahibine bir duyarlılık zırhı giydirdiğinden uzun bir zamandır, dokunulmaz köşe yazarlarımız tarafından Kürt Sorunu’nun en başat çözümü olarak önerilebiliyor. Dolayısıyla hem baş ağrıtmıyor, hem suya sabuna dokunmadan Kürt Sorunu hakkında konuşulmasını/yazılmasını sağlıyor. Hem politika yapmak zorunda bırakmıyor hem de yarattığı duygu şöleniyle sahibine hayran bıraktırıyor. Çözüm önerisi siyasi olursa muhakkak ki muhataplardan biri devlet ve iktidar olacağından vicdani söylem içinde böyle bir sorumluluk da kalmıyor. Kürt Sorunu’nun tarafları ve kamuoyu vicdana davet edildiğinde ve önerilen çözüm vicdani olduğunda, devlet ve siyaset muhatabı aradan çıkarılarak okura yücelik taslanabiliyor. Diğer yandan vicdan gayri-siyasi ve soyut niteliğiyle depolitize edici bir gücü de içinde barındırıyor. Bu retorikten beslenildikçe, söylem sahibi, kendini siyasi yelpazenin solunda konumlandıran  bir kalem de olsa, Kürt sorununda çözümü “depolitizasyon” ile savunmuş oluyor. Üstelik vicdan,  o kadar kişisel, kültürel ve ideolojik bir kavram ki, kimseyle somut ve siyasi bir bütünlük/ortaklık  sağlamak da mümkün değil.

Mesela evlilik dışı hamile kalan ve kürtaj yaptırmaya karar veren bir kadının vicdanı, bu bebeği şartları uygun olmayan bir ortama doğurmayı yanlış bulurken, kürtaj karşıtı bir kadın bu duruma tanrının doğmasını istediği bebeğin, bebeğin rızası olmadan katledilmesi ve cinayet olarak görüp karşı çıkar.

Vicdanın kendisi böyle bir savaş  ya da mücadele alanı ise, savaşın son bulması için vicdanın nasıl  bir anlamı olabilir?

Apolitik sol, gayri-siyasi siyaset, ahlaklı savaş

Siyaset, niyet okumalara, iyilik-güzellik dileklerine, insanlık derslerine, kişisel iç seslere bırakılabilecek bir alan değil. 30 yılı aşkındır süren bu savaş, devlet, insanlık çağrısı yapan  yazarlardan daha az ahlaklı, daha az insan veya daha az vicdanlı  diye başlamış değil. Aynı şekilde taraflardan biri daha ahlaklı, daha vicdanlı ve daha insan olduğunda da bitecek değil.

O halde, Kürt sorununun çözümü için ahlakçılık ve vicdan dersleri verilince ele geçen tek şey Kürt Sorunu fonu üstünden okuyucuya vicdan dayatan kişinin ne kadar iyi ve vicdanlı olduğu izlenimi oluyor. Kişi kendi yüceliğini ve vicdanını göstermek için insanları “vicdan”a davet ediyor, onlara ahlakçılık taslıyor. Bir çeşit duygu şöleni ile, olayın kendisi kayboluyor, okur içsel dünyasıyla baş başa kalıyor ve mevzu politik olandan çıkıp, depolitik alana giriyor. Burdaki tek sorun şüphesiz bu değil. Vicdana çağıran kişi bir anda parmağını burnumuza uzatmış olarak tepemizde beliriyor ve vicdan bir tarafın diğer tarafa gösterdiği, miktarı, derecesi ve gösterilip gösterilmemesi keyfiyete bırakılmış bir lütufa dönüşerek eşitsiz bir ilişkinin de aracı oluyor. Bir hak, vicdan gösterenin elinde bir “hediye”ye dönüşüyor ve vicdan gösteren taraf hiyerarşik olarak bir basamak üste çıkıyor.

Yakın tarihli bir örnek olarak,  Yıldırım Türker, Savaş Pᴑrnᴑsu yazısında  Çukurca baskını videosunu savaş pᴑrnᴑsu ilan ederek eleştirdi (4). Yazıya konu edilen görüntüler çok rahatsız edici görüntülerdi. Steril yaşamlarımızı ve gündelik işlerimizi bozguna uğratmış, izleyeni rahatsız etmiş ve “uzaktan” da olsa izleyicisini savaşın içine çekmişti. Bu yüzden, birer izleyici olarak, yüzümüzü her an görüntüden kaçırmaya hazır, yan gözle ve bir elimizle her an gözümüzü kapatma refleksiyle izlemiştik. Türker de bu videoyu çekenleri savaş pornosu yapmakla itham ederek, savaşın taraflarını “ahlaka” davet ediyordu.

Vicdan retoriğinin en tartışmasız örneklerinden biri olan bu yazının itiraz edilmesi gereken noktalarından biri bunun savaş pᴑrnᴑsu ilan edilmesiyken, diğeri, savaşın taraflarından birinin ahlaka davet edilmesi. Çünkü o şok edici görüntüler bir belgeselcinin veya gazetecinin görüntüleri değil. Üçüncü bir kişi tarafından çekilip, kâr amacıyla servis edilmedi. Savaşın taraflarından biri, savaşın “gereklerinden” birini yerine getirmiş ve diğer tarafa saldırarak bunu da kaydetmişti. Bir kurmaca değil, gerçek ve çıplak bir savaş vardı o görüntülerde. Bu görüntüleri savaşın estetize edilmesi ve bunu yapanların  savaş ve acı üstünden kariyerini tamamlaması gibi, görüntülerin sahibini ve içeriği ikincilleştiren bir yerden eleştiremeyiz. Çünkü savaş düpedüz böyle bir şey işte! İnsan öldürerek süre giden bir  vahşet durumu. Şanslı olanların sadece uzaktan ve “yamuk bakabildiği”, içindekilerin ise kaçamadığı ve görmemek için kafasını çevirecek bir boşluğun olmadığı “ürpertici” bir durum. Bu durum içinde gerekliliklerini yerine getirenlerin, bunu ifa etme biçimlerini eleştirmek savaşı “daha ahlaki” bir zemine taşıma çağrısından öteye geçemiyor. İstesek de geçemez…

Bu görüntülerin yarattığı etki, Kürt Sorunu’nda çözüm için insanları vicdana, haysiyete ve onura davet etmekten daha gerçek ve estetikten uzak bir etki. Görüntüler aracılığıyla savaş, tüm çıplaklığı ve acımasızlığıyla savaşa kulaklarını tıkayanların, ona uzaktan bakanların, içi boşaltılmış “savaş kötüdür, barış gelsin” söylemini sürdürenlerin, “bir oğlum daha olsun onu da bu vatana feda ederim” diyenlerin, savaşı sadece filmlerden izlemiş ve eline silah almak için can atan cevval gençlerin karşısına dikildi ve kendisinin aslında tam da ne olduğunu  gösterdi. Etkisi savaş pᴑrnᴑsu gibi uyuşturan bir etki değil, uyandıran ve rahatsız eden bir etkiydi. Savaş nasıl bir şeyse, görüntüler de öyleydi. Bu görüntüleri, savaş taktiği olarak aynı “psikolojik yıpratma” yolunu izlemiş olmalarına rağmen, yapısal olarak eşit olmadıkları için gerillaların kesilmiş kulaklarıyla poz veren askerlerle aynı kefeye koyup kınamak ve savaşın sorumluluğunu (dolayısıyla barışı reddinin de sorumluluğunu) bir tarafa yükleyerek, onları ahlaka davet etmek, Irak işgali sırasında Donald Rumsfeld’in ABD askerlerinin Nasiriye’de esir düşme görüntülerini yayınlayan Al Jazeera televizyonunu “uluslararası hukuku çiğnemekle” suçlaması kadar abesle iştigaldir. Savaş ancak PKK’nin hataları söz konusu olduğunda savaş terimleriyle tartışılıyorsa ve kınanıyorsa, bu eleştirinin  içselleştirilmiş bir mütehakkim bakışında süzüldüğü ve üsttenlikçi bir dille dillendirildiği  söylenebilir.  Bir aydının temel sorumluluğu savaşı kınamak ve ahlaka davet etmek midir? Aynı zamanda çözüm önerebilmek, çözüm için gereken zemini yaratmaya çaba harcamak  da değil midir?

“vicdan herkesin komşusunu dövmek için aldığı bastonlara benzer “ *
.
Şüphesiz Yıldırım Türker bu ülkede aktif siyasete mesafesini koruyan, romantik bakışın en kıymetli kalemlerinden biri. Ana-akım medyada çoğu yazarın cesaret edemediği konuları ilk dile getirenlerden ve orta-sınıfı gerek Kürt Sorunu’yla ve savaşla gerekse medyada yer almayan haksızlıklar ve hukuksuzluklarla tanıştıran önemli bir yazar. Fakat diğer yandan vicdan söylemi temelli yazarlığa da ilham olmuş ve öncülüğünü yapmış  bir yazar. Türker’in sevildiğini gören yazar takipçileri/taklitçileri, sevilmek ve daha kolay yoldan siyaset yapabilmek için bu gayrisiyasi tutumu benimseyerek, birer ahlak kumkumasına dönüşüp, muktedirin dilini içselleştirdiklerini ve kullandıklarını farketmeden, okurlarını vicdanlı olmaya çağırıyorlar. Kendileri bu “kolaycı” tutum sayesinde Kürt sorununu metalaştırıp, para, kariyer ve “aydın” sıfatını kazanırken, Kürt sorunu olduğu yerde sayıyor; hatta geriye gidiyor. Sorun politik olmaktan uzaklaştırılıp böyle değerlendirildikçe, ezilen ve hak talep eden taraf da söylemlerini haysiyet ve onur üstünden besliyor. Bir de bakıyorsunuz ki savaş, siyasi bir mesele olmaktan çıkıp bir “aile meselesi”ne dönüşmüş. Kürtler bu aile meselesinde babalarından az şefkat gördüğü için yaramazlık yapan evlatlar, devlet ise kendine has siyasi ve ekonomik yaptırımları olan bir aygıt olmaktan çıkıp çocuklarına adil davranmayan, kınanan ve derhal  “vicdanlı ve haysiyetli” olmaya çağrılan bir baba olarak konumlanıyor. Arabulucular olarak aydınlar da gürültüden rahatsız olduğu için ivedilikle kapı ve penceleri kapatıp, perde arkasından kaçamak bakışlarla birilerini göreve çağıran dedikoducu komşulara dönüşüyor.
Bu durumdan kurtulabilmek için öncelikle devletin şiddeti tekelleştiren bir mekanizma olduğunun hatırlanması,  bunun yanında Kürt Hareketi’nin, sevgisiz bir evlat isyanı olmadığının, devlete, normlara ve rejime kafa tutan yıkıcı ve örgütlü bir hareket olduğunun kabul edilip hakkının teslim edilmesi gerekiyor. Sonra da içi boşaltılmış barış söyleminden vazgeçmek. Barışın söylemden öteye gidemeyen romantik estetizasyonun kimseye umduğumuz barışı getiremeyeceğinin idrakiyle, savaşın başlama sebeplerinin ortadan kalkması, sosyal, politik-ekonomik şartların Kürtler’in haklı talepleri doğrultusunda düzenlenmesi, hak ihlallerinin ortadan kalkması ve Kürtler’in kendi kaderlerini tayin etme hakkına kavuşmalarıyla mümkün. Bunu da ancak bu savaşın doğrudan öznesi olmayan, toplumsal etkisi yüksek akademisyenler, sanatçılar ve aydınlar yapabilir.
Gerek internet sansürü gerekse Beyoğlu’ndaki masa-sandalye yasağında, bugüne kadar Kürt Sorunu gibi kapsamlı sorunlarda sessizlikte uzlaşmış orta sınıfın, söz konusu kendi konfor alanları olduğunda nasıl itaatsizleştiğini ve örgütlenebildiğini gördük. Muhteşem bir organizasyonla yasağa ve yasaya meydan okuyabileceklerini sevinerek izledik. Orta sınıfın bu potansiyelini Kürt Sorunu için de harekete geçirip genel sivil itaatsizliğe teşvik etmek yerine, onları vicdan söylemiyle uyuşturup yukarıda belirtilen nedenlerle depolitize etmek, bizim bu söylemleri ürettiğimiz korunaklı alanların çok uzağında savaş “pᴑrnᴑlarının” devam filmlerinin çekilmesinden daha iyi sonuçlar doğurmuyor. Savaş Pᴑrnᴑsu yazısının sahibi olarak Yıldırım Türker barışa yanaşmayan devlete karşı böyle bir örgütlenmeyi ve itaatsizliği örgütleyebilecek ve buna ön ayak olabilecek önemli gazetecilerden biri. Dolayısıyla Türker, savaşı ahlak çerçevesine davet etmekten çok daha etkili bir hareketin katalizörü olabilir. Bu topyekün bir savaş karşıtlığı ile Türk orta sınıfı içinden bir sivil itaatsizlik eyleminin örgütlenmesine kadar bir yelpazeyi kapsayabilir.

Son altı ayda sadece BDP sözkonusu olduğunda bile 1356 kişi tutuklanmış, nerdeyse hakkında dava açılmamış tek bir BDP’li kalmamışken (5), 2009’dan bu yana tutuklu sayısı üç bini bulmuşken vicdana ve ahlaka davet çağrılarının sorunu çözmediği aşikar. Her gün onlarca gencin öldüğü, onlarca siyasinin tutuklandığı bir süreçten söz ediyorsak, sözü hem kitlelere hem de iktidara ulaşan yazarların, aydınların, sanatçıların ve entelijansiyanın kitleleri örgütlemek için adım atmalarının vaktinin geldiğini pekâla söyleyebiliriz.

Eğer savaşın küllenmek yerine, alevlenerek devam ettiği; çatışma ve ölüm haberlerinin her geçen gün arttığı bugünlerde aydınlar, böyle bir örgütlenmeye ön ayak olmak yerine, köşelerinden vicdan güzellemesi yapıp bunun üstünden kariyer ve para kazanmaya devam edeceklerse, bizler de Susan Sontag’ın mezarından fırlayıp, acıyı estetize eden savaş pᴑrnᴑsuyla uğraştığı gibi, siyaseti estetize ederek bilinci uyuşturan vicdan pᴑrnᴑsuyla uğraşmasını dileyelim.

Özge İspir

* vicdan herkesin komşunu dövmek için aldığı fakat asla kendine karşı kullanmadığı bastonlara benzer / Honoré de Balzac

1-Vicdan söyleminin bu kadar moda olmasının bir sebebi de Akp’nin siyaseten muhafazakar/mutedeyyin bir parti olarak iktidar olması diye düşünülebilir. Akp dini söylemleri nedeniyle devlet ve iktidar algısından soyuldu ve ahlaklı/vicdanlı kabul edildi. Hal böyle olunca, zaten ahlakçılıkla ters köşe oluşturmaya çalışan muhalefet iyice vicdan söylemine yöneldi ve Akp’den daha fazla vicdan talep etmeye başladı.

2- Wendy Brown, Politics Out Of History

3- Bora, Sloterdijk’in bahsettiği sinizmin iki tarzından biri olan “efendinin sinizmi” tutumundan bahseder. “Aşırı nesnelci bir tutumdur bu. Eleştirel akla sahiptir -ama neticede itaatkar olmak kaydıyla. (Bu hakim gücün, eleştiriyi/muhalefeti neticede itaatkar olması kaydıyla hoşgören tutumundaki sinizmle örtüşür.) Şizoid bir haldir sinizmin bu tarzı. Steril bir kaba dönüşmüş “kimliğini” korumak için kasılır ve ahlakçılığa savrulur. Dekadanlığa yatkın bir karamsarlık üretir” Tanıl Bora,  Sol, Sinizm, Pragmatizm s.25.

4-http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&Date=11.09.2011&ArticleID=1062946

5- http://www2.bianet.org/bianet/siyaset/132839-alti-ayda-1356-bdpli-tutuklandia

7 Responses to “Vicdan Pᴑrnᴑsu”

  1. Vicdanın boşluğu konusunda yazdıklarınız bence oldukça isabetli. Fakat beni bu yorumu yazmaya iten bir şey var: bu kavrama tevessül edenlerin hepsinin konuyu depolitize etmek gibi bir kaygı taşıdıklarını, el çabukluğu marifet olsun diye vicdana sardırdıklarını düşünmüyorum. Bazı örneklerde bu insanlarca vicdan, kliklerinin ötesine de hitap edebilmenin bir aracı addediliyor. Kavramın kendisine dair bir çarpık algıdan kaynaklanıyor bu. Biz, dediğiniz gibi vicdanın soyut, siyaseten mana ifade etmez, üzerine bir şey bina edilmez niteliğinin farkındayız; ama vicdana başvuran, vicdana seslenen adam her zaman bunu biliyor ve durumunu göz önünden kaçırmak için dört dönüyor değil bana göre. Vicdancı, siyasi pozisyonların çatışmasından doğan hırgürün ötesinde, herkes için anlamlı, herkes için geçerli, “evrensel” bir hükmün var olduğuna inanıyor; bence işin sorumlusu bu inanç. Kendi düşündüğü, kendi kendisine “doğal olarak” o herkes için olanın, evrenselin tezahürü gibi geliyor ve düşüncesini o evrensele yaslayarak tanıtmak, o hırgürlerin içinden bir pozisyon olarak tanıtmaktan daha evla bir strateji gibi görünüyor. Bu meselenin değişmesinin bence önemli koşullarından biri, bu insanların siyasi fikir çatışmasının dışında kalan öyle aşkın bir şeyin olmadığını kabul etmesi olacak. Görüşleri ne olursa olsun herkesi aynı şekilde hissettirip düşündürecek bir zemin, veyahut da insanlar arası siyasi veya sosyal iletişimde “sözün bittiği yer” (ve ötesinde herkesin uzlaşabileceği yer) diye bir şey yok ki?

    Bunun bence sizin yazının sonlarına doğru ifade ettiğiniz beklentiyle ilgili bir yanı var: savaşın doğrudan öznesi olmayanlar elbette vardır ama savaşın da bir tezahürü olduğu toplumsal meselelerin doğrudan öznesi olmayan, toplumsal etkisi yüksek akademisyenler, sanatçılar ve aydınlar Türkiye’de yok. Olmasın da zaten, artık hiçbir yerde yok bunlar, Fransa’da bile. Vicdan gibi genel ve havada kalan bir söylemi “sanatçılar… aydınlar…” ile değiştirebileceğimizi pek sanmıyorum. Onların yuvası oldu zaten bu söylem. Uzmanlara ihtiyaç duyuyoruz, ama bulabilirsek, ruhunu satmamış olanlarına tabii. Vicdancının farkında olmadığı şeyin, yani pozisyonların ve söylemlerin tikelliklerinin sonuna kadar farkında olan, ama sözünü o şartlar altında, o öbür sakat yoldan değil de, kendi içindeki güce yaslanarak söyleyecek; diğer insanları doğrularının gücüne kısa yoldan tabi kılmaya tevessül bile etmeyecek, “tane tane anlayacak” uzmanlardan bahsediyorum. (Buralarda biraz Fukoculuk yaptım, anladınız.)

  2. Turker ve basinin surekli yaptigi, devlet siddeti=pkk siddeti esitlemesini askiya aliyorum–asil sorun aslinda bu, katiliyorum. “Vicdan pornosu” cercevesinde soylem ve iktidar analizine tamamen katildigim bu yazinin zayif noktasi, ‘hakiki, dolaysiz, gercegi oldugu gibi yansitan temsil’in varoldugunu (ve imaen, muktedir olmayanin buna kadir oldugunu) ima etmesi: “Bir kurmaca değil, gerçek ve çıplak bir savaş vardı o görüntülerde. Bu görüntüleri savaşın estetize edilmesi ve bunu yapanların savaş ve acı üstünden kariyerini tamamlaması gibi, görüntülerin sahibini ve içeriği ikincilleştiren bir yerden eleştiremeyiz. Çünkü savaş düpedüz böyle bir şey işte! İnsan öldürerek süre giden bir vahşet durumu… Görüntüler aracılığıyla savaş, tüm çıplaklığı ve acımasızlığıyla savaşa kulaklarını tıkayanların, ona uzaktan bakanların, içi boşaltılmış “savaş kötüdür, barış gelsin” söylemini sürdürenlerin, “bir oğlum daha olsun onu da bu vatana feda ederim” diyenlerin, savaşı sadece filmlerden izlemiş ve eline silah almak için can atan cevval gençlerin karşısına dikildi ve kendisinin aslında tam da ne olduğunu gösterdi.” Hakiki, dolaysiz, gercekin tipkisi bir temsil yoktur; bu bir kisi/ zaman/ sartlar meselesi de degildir. En masum bir magdur dahi, basina gelen olayi en acik ve durust haliyle anlatirken dahi “dolaysiz, oldugu gibi” bir temsil sunamaz. (burada kastettigim “veri/ data” degil elbette). Aslinda ayni hataya Yildirim Turker de dusuyor. Ornegin goruntuler, sogukkanlilikla eylemlerini belgeleyenlerin cektikleri degil de, diyelim ki 11 Eylul’de yikilan kuleleri tesadufen, titreyen ellerle ve “Aman Allahim, Aman Allahim!” diye bagirarak ceken gorgu tanikliklarinin cektikleri olsa, bu goruntuler pornografik olmayacak midir? Cekenin niyeti bu olmadigi halde tarihsel olarak baktigimizda, bu goruntuler, hem de “hakikaten” kurgulanmadigi, hicbir seyi estetize etmedigi halde, Amerikan Anti-terorizm siddet ve savas pornografisinde yerini almistir. Butun temsillere giren ogeler analiz edilebilir: temsil edilen seyi kimin cektigi, neyi/ kimi cektigi, hangi baglamda, hangi konumdan cektigi, konuyu nasil cerceveledigi, neleri dahil edip neleri disarida biraktigi, kimlerin bu temsili hangi ortam ve zamanlarda, ne sekilde, kimlere ulastirildigi, ne kadar tekrar edildigi, hangi alginin hedeflenip hangi sonuclarin meydana geldigi, temsilin “icerisindeki” ve “disarisindaki” guc ve iktidar iliskileri, butun bunlar temsil analizine girer. “Ciplak hayatin oldugu gibi temsili” diye bir sey yoktur. Hicbir zaman olmadi ve olmayacak.

    Yazarin burada istirak ettigi ‘daha gercek, daha samimi, daha hakiki temsil’ algisi, her ne kadar sozkonusu baglamda ve *goreceli* olarak ona gayet dogal gelse de, tipki “vicdan” gibi, “samimi, hakiki temsil” de her kalemde baska tinlayacak, baska bir “sey”i imleyecek kavgramsal bir kategori ve soylem. Bu da sorgulanmali, analiz edilmelidir. Elbette suna katiliyorum: Ornegin simdi birisi sokakta, birdenbire bir insanin bir baska insana akil almaz bir eziyet yaptigini gorse, dudaklarindan gayri-ihtiyari, “hic mi vicdanin yok” ya da “nasil boyle zalim olabilirsiniz” laflari dokulebilir. Ve elbette bu, ayni anda televizyon ekranlarinda siyasi bir tartismada sov/ kariyer/ puan yapmak isteyen bir ‘muktedirin,’ siyasi tercihini begenmedigi ‘muktedir olmayan’ bir sahsa “siz ne zaman boyle zalim oldunuz?” demesinden cok daha samimidir. Ancak bu iki ornege bakarak, bir yerlerde “sabit” ve “hakiki” bir vicdanin varoldugunu, birincisinin buna parmak basarken ikincisinin iskaladigini iddia edemeyiz.

    Soylem, temsil, guc ve iktidar analizlerinin amaci kavram ve temsillerin “hakikisi”ni kurtarmak degil de bunun tam tersi degil midir?

  3. özgenin ”solda baş gösteren ahlakçı tutumun belli bir kaybın semptomu olarak doğduğunu ve bu kaybın da Reagan-Thatcher dönemiyle çözülmeye başlayan solun, 89′daki Sovyet çöküşü yenilgisi olduğunu ileri sürer . Aynı ahlakçı tutumu Tanıl Bora 12 Eylül sonrası post-travmatik politik aczin bir veçhesi olarak yorumlar ve buna sinizm der.” diye sözünü ettiği,gayet göreceli vicdan ve ahlakçılık ve bu düzlemde gelişen pornografinin türkiye siyasal hayatında denk düştüğü eksenlere bi bakmakda fayda var bence.örneğin doktrinci kemalist sol totaliter ulus devletçi faşist ideolojiye eklemlenirken ”kemalizmden muzdarip” sol ise muhafazakar-dindar neo faşist-liberal ideolojiye eklemlenerek yerine oturdu. bu türkiyede orta yada üst sınıf burjuva aydının sosyalist vitrinle kendini ifşa ederken esasında egemen ideolojinin 2 cil niteliklerinden herhangi birinden demlendiğinide gösteren bişey.
    vicdan pornografisi 2002 den itibaren akp iktidarı onun geliştirdiği ve geliştireceği uhrevi havayla daha zeminlenirken bence duruma dahada olanak sağlayan pkknin tabiki yerinde olarak geliştirdiği 93 lerde başlayan 99 larda netleşen savaşı yeniden düşünmek yönelimiylede yakından ilgisi var.
    bence bu yoldan yürüyerek meseleye biraz daha yakından ve yeniden bakabiliriz.bu durumun bizi karşılaştıracağı nokta hiçde yabancı olamdığımız ‘bak gördünmü sosyalistim diyordu kemalist devletçi çıktı yada liberal devletçi çıktı’ girdabı oluyor.fakat meselyle ilişkimizi buradanda kurmak zorundayız çünkü bu aymazlık bizi sadece yanlızlaştırır.ki bu durum sosyalist yada diğer solda ciddi bi mazisi olna daha çıkışida solu saktlamış bi devletçi ideolojinin uzantılarıdır kanımca

  4. yazının tartıştığı alanın biraz dışında kaldığının farkındayım ama şurayıda gözden geçirmenin katkı sunacağı görüşündeyim;özgenin”solda baş gösteren ahlakçı tutumun belli bir kaybın semptomu olarak doğduğunu ve bu kaybın da Reagan-Thatcher dönemiyle çözülmeye başlayan solun, 89′daki Sovyet çöküşü yenilgisi olduğunu ileri sürer (2). Aynı ahlakçı tutumu Tanıl Bora 12 Eylül sonrası post-travmatik politik aczin bir veçhesi olarak yorumlar ve buna sinizm …der (3).” diye tanımladığı gayet göreceli vicdan ve ahlakçılık ve bu düzlemde gelişen pornografinin türkiye siyasal hayatında denk düştüğü eksenlere bi bakmakda fayda var .örneğin doktrinci kemalist sol totaliter ulus devletçi faşist ideolojiye eklemlenirken ”kemalizmden muzdarip” romantik sol ise muhafazakar-dindar,neo faşist-liberal ideolojiye eklemlenerek yerine oturdu.

    romantik sola 2002 akp iktidarının geliştirdiği veya geliştireceği uhrevi maneviyat bi zemin olştururken aynı zamanda pkk’nin başlattığı taktik ve ilke bakımından benimde doğru bulduğum 92 lerde başlattığı ve 99 larda olgunlaştırdığı legal siyaset,savaşın yeniden değerlendirilmesi ve barış anlayışının da bi parsa yarattğı görüşündeyim.

    türkiyede orta yada üst sınıf burjuva aydının sosyalist vitrinle kendini ifşa ederken esasında egemen ideolojinin 2 cil niteliklerinden herhangi birinden demlendiğinide gösteren bi durum bu. türkiyede pkk’nin yıkıcı ortamı parçalyan ve netleştiren etkisiyle bu 2liden ilkiyle (kemalist sol) ciddi bi hesaplaşma yaşadığımız ve hatta yolları cidden ayırdığımız halde ikincisiyle (romantik sol) ilgili çok fazla bi hesaplaşma ve farkındalık geliştiremediğimiz görüşündeyim.

    2.sininde ilki gibi sosyalist veya diğer sol hareketde ciddi bi mazisi olan daha doğuşundan getirdiği aslında sosyalist olamama durumu olduğunu ve bununda diğeri gibi türk komprador burjuvazisinin osmanlı’dan da devraldığı türkçü müslüman sünni erkek ideolojinin bi devamı olduğunu düşünüyorum.ki bu şekillenme-sınıf çelişmesini bile atlıyorum- çok daha sorunlu illikden kemikden gelen kültürel bişeydir.sadece burjuva aydını bağlamaz aynı zamanda kitleseldir.deyim yerindeyse -ki kesinlikle yerinde-bi çeşit aile terbiyesi.gayri müslimlere karşı bi çeşit zayıf adam hissiyatlanmaları gizli hakir görmeler ifadelere sığamayan mimiklere dökülen kürt siyaseti nefreti üstteliği ve erkekliği babadan geçme lügatlar bütün bunlar yaptıkları siyasetin arka planıdır ve ilşkilenmesini de akp iktidarının gizli veya açık sövalyeliğiyle tamamlamıştır.bunu anlamak için döğüşü en son nerde bıraktığna nereden ve kimle döğüştüne bakmak yeterlidir.

    kısaca liberal romantik akımlada ilgili ciddi bi farkındalığa ve hesaplaşmaya ihtiyacımız var.aksi durum aymazlık ve hazırlıksız yakalanmak olabilir.yoksa şu çok tanıdık ‘bakgördünmü eleman sosyalist felan değil aslında kemalistmiş’ şakınlığının başka bir versiyonuyla karşı karşıya kalırız anca.
    tabiki bu güzel yazı içinde teşekkürler ve sevgiler..

    medbear

Trackbacks

Leave a comment