Siyasi Davaların “Liberal” Temsili∗

by Azad Alik

Serra Hakyemez ve Önder Çelik

Siyasi operasyonların hedef aldığı kitle dalga dalga genişledikçe köşe yazarları, akademisyenler ve üniversite öğrencileri tutuklamaların ve yargılamaların ne kadar hukuk dışı ve gülünç olduğunu vurgulayan eylemler düzenlemeye başladı. Her gün bir başka eylemle AKP hükümeti karşısında daha da güçlenen bir toplumsal muhalefet ve aktivizm ortaya çıkıyor. Örneğin, son aylarda birçok imza kampanyası düzenlendi, sosyal medyada eylemsellik ağları kuruldu, akademisyen ve köşe yazarları liberal-sol eğilimli gazetelerde terörle mücadele adı altında gerçekleşen yargısal katliamları teşhir etmeye başladı. Ama gelin bir anlığına bu canlı ve aktif muhalefetin verdiği heyecanı bir kenara bırakıp bu muhalefetin “tercümanlarının” siyasi davalarla ne formlarda eklemlendiklerine bakalım. Esasen solun geniş yelpazesi içinde yer alan ve bu yazıda “liberal” olarak tasnif ettiğimiz entellektüeller, siyasi davalara tepki verirken kullandıkları söylemsel pratikler düzleminde birbirlerine benzeşiyorlar. Burada liberalizmden kastımızın ekonomik liberalizmden ziyade, siyasi bir doktrin olarak devletin egaliteryan bir yapı dahilinde bireyin özgürlüğünü temin etmekle yükümlü olduğu bir düzenin savunulduğu liberalizm olduğunu belirtmeliyiz (bakınız Brown 2003). Günümüz siyasi kritiklerinden Elizabeth Povinelli’nin (2011) vurguladığı gibi liberalizme “şeyler” (things) düzleminde yaklaşmak yerine “eylemler” (actions) düzleminde yaklaşıp, siyasi davalara muhalefet etmek adına hayata geçirilen liberal eylemlerin farklı sosyal dünyaları nasıl şekillendirdiği ve/ya birleştirdiğine bakmak istiyoruz. Bu nedenle bahsi geçen eylemlerde yer alan bireylerin “esasen” liberal olup  olmadığı—ya da böyle a priori bir liberallik halinin mümkün olup olmadığı bu yazının kapsamı dışında kalıyor. Bu yazı sadece belli yazılı ve görsel medyada hayata geçirilen eylemlere odaklandığından yazının siyasi davalara karşı vuku bulan bütün muhalif pratikleri kapsamak gibi bir iddiası da yoktur. Yazıda bu pratiklerden özel olarak bazı yayın organları (Radikal, Bianet, The Guardian, Le Monde gibi) ve ulusal-uluslarası akademik camiada kaleme alınan farklı formlardaki yazılara bakıp sosyal medyada bu konuda dolaşıma giren haberlere kulak veriyor olacağız.

Liberalizmin kamusal alana yaklaşımı ve temel varsayımları sol ve feminist siyaset teorisyenleri tarafından köklü eleştiriler aldı. Bir yandan herhangi bir bireyin liberal kamusal alanda sesini özgür ve eşitçe duyurmasının imkansızlığı ortaya konulup liberal demokrasilerin dil ideolojisi ve onunla beraberinde gelen dilsel praksisin insanların siyasi süreçleri tahayyül, tecrübe, ve anlayış yollarını şekillendirdiği vurgulanırken (Cameron 1997; Collins 1998; Gal 1991,1997,2002); öte yandan liberal hümanist retoriğin merkezindeki bireyin burjuva, beyaz, eril, ve heteroseksüel birey olduğuna işaret edildi (Brown 2003, Butler 1992, Fraser 1987). Liberalizm ile bağlılık ve karşıtlık arasında ikircikli bir ilişki içinde bulunan ve Türkiye üzerine çalışan sol entellektüellerin liberalizm karşıtlıkları kendilerinin dile getirdiği bir mevhum iken liberalizme bağlılıkları söylemlerinde kendini gösteriyor. Bu bağlılık en çok AKP’ye karşı muhalefet yaparken birlikte hareket ettikleri radikal siyasi hareketleri liberal bir siyasi proje olarak temsil ettiklerinde  ortaya çıkıyor. Bu çerçevede hukuksuzluğun bıçağının Kürdistan’la sınırlı kalmayıp batının kemiğine de dayandığı bugünlerde, siyasi davalara karşı geliştirilen muhalif reflekslerin ne zaman ve hangi gruplara temsil alanı yarattığına bakarak bir yandan liberal-sol medyada (yazılı, görsel, ve sosyal medya) temsiliyet ekonomisinin hangi sesleri dışarıda bıraktığını, bir yandan da kendiliğinden biraraya geliyormuşçasına izlediğimiz-katıldığımız bu eylemselliğin kendiliğindenliğini tartışacağız.

Türkiye’nin batısında basın emekçileri, öğrenciler ve akademisyenler hükümetin “arka bahçedeki ayrık otları” temizleme ve “cerrah titizliği” ile muhalefeti ameliyat etme çalışmasının bir parçası olarak artık terör örgütü üyeliği suçlaması ile içeri alınıyorlar. Liberal entellektüeller bu operasyonlara maruz kalanları kendileriyle özdeşleştirebildikleri ölçüde medyada tepkilerini daha yüksek perdeden seslendirmeye başladı. Hüküm keskin: “hepimiz” tehlikedeyiz ve sıra bir gün “biz”e de gelebilir. Kimisi ironik-romantik bir dille bu hukuksuzluk karşısında kendilerinin de “yasal” örgütlere üyeliğinden dem vuruyor, dolabımda bir yerlerde poşu var diyor ve kendisini de “terörist” ilan ediyor[1]. Diğerleri Beşiktaş Adliyesi önünde birbirine “Şimdi sıra kimde?” diye sorup “Öğrencime dokunma” açıklamaları yapıyor[2]. Görünüşe göre ortada bir hukuksuzluğun olduğunda herkes hemfikir; ama biz Türk yargısının adaletsizliğinin bütün muhalif kesimlere adilce dağıtıldığından o kadar da emin değiliz. Acaba, sıra birgün gerçekten size de gelir mi?

2006’da Terörle Mücadele Kanununda (TMK) yapılan değişiklikle her eylemin bir terörist eylem olarak yargılanmasının yolu açıldı. Böylelikle Türk devleti zaten hep “terrörist” ilan ettiği Kürt gençlerine Diyarbakır’daki 2006 Mart olaylarının hesabını TMK’ya yepyeni maddeler ekleyerek kesmiş oldu. Önce Meclis, sonra Yargıtay, ve ardından Ağır Ceza Mahkemeleri protesto eylemlerine, basın açıklamalarına, gerilla cenazelerine katıldıkları için “örgüt üyesi olmamakla birlikte” bu gençlerin eylemlerinin “örgüt adına suç işlemek” anlamına geldiğine karar verdi. Ama sayıları birkaç yılda binleri bulan bu davalar bütün muhalif kesimleri tedirgin/tehdit edecek değildi elbette. Bir yandan Dicle Üniversite’li gençlerin tutuklanması Bogaziçi’li arkadaşları kadar ses getirmeyecek, düzenledikleri eylemler ana medyada ODTÜ’lülerinki gibi takdir toplamayacak; öte yandan Kürdistan’ın gündelik hayatında gözaltı ve hapis bu kadar sıradanlaşmışken Kürtler kalkıp “bugün beni de alabilirler” mottosuyla dayanışmayacaktı. Ondandır ki gelecek değil şimdiki zaman kipiyle kuruluyor Kürt muhalefetinde cümleler ve ihtimallere değil mevcut duruma isyan ediyor Kürtler. Bireylerin değil bir halkın esir alınmasını dile getiren işte o dil siyasi davalara tepki gösteren liberal entellektüellerce politik zemininden koparılmak suretiyle medyada temsiliyet buluyor.

Kürtler hakkında açılan siyasi davalar içinde hem kapsamı hem de hedeflediği kitle itibariyle KCK davası, diğer adsız davaların aksine, liberal entellektüelleri bir süredir meşgul etmekte. Nisan 2009’daki ilk KCK operasyonuna karşı çıkan entellektüeller, belediye başkanları ve insan hakları savunucularının tutuklanmasından ve özellikle Aralık 2010’da kelepçelerle Diyarbakır Adliyesi önünde görüntülenmesinden duydukları utancı dile getirdiler.[3] Burjuva demokrasisinin temsiliyet mitine inananlar seçilmişlerin tutuklanmasını halkın iradesine müdahale olarak görüp reddederken, seçilmeden DTP/BDP’de çalışanlara yapılan müdaheleyi Kürt hareketini “demokratikleştireceği” söylemiyle meşrulaştırmaya çalıştılar. İnsan hakları aktivistlerine gösterdikleri ilgi nedense her gün adliyeye kelepçe ile getirilen sayısız sıradan Kürde nasip olmadı. Geçen üç yılda KCK operasyonu 150 kişiyi yargılayan bir davadan binlerce kişiyi millerine alan tam teşekküllü bir çarka dönüştü. KCK operasyonlarının genişlerken sıradanlaşması sonucu Şırnak’ta bütün il ve ilçe belediye başkanlarının tutuklanması haberi Kürt medyası dışında kendine temsiliyet alanı bulamadı. Böylelikle bir süre dikkatle izlenen KCK davası da yıllara yayılan operasyonlarla çeperlere terk edildi. Marjinde yaşanan hukuksuzluklar entellektüellerin bugün kendiliğinden gösterdikleri tepkileri göstermelerine sebep olamadı, en konvansiyonel liberal muhalefet araçları dahi bu davalar için seferber edilmedi. Ta ki davulun sesi İstanbul’da duyulana kadar.

Liberal entellektüeller şimdi kendilerinden saydıkları kişilerin hedef alınmasının verdiği rahatsızlıkla herkesi acil göreve çağırıyorlar.[4] The Guardian[5] ve Le Monde[6] gibi gazetelerde siyasi davaları konu alan yazılarda hükümetin otoriterleştiği—yaklaşık üç yıl gecikmeyle de olsa—uluslarası kamuoyuna duyuruluyor. Ancak bu kamuoyuna yapılan çeşitli çağrılarda Türkiye’deki otoriter rejimin hedefindeki binlerce tutuklu arasından sadece “biri”leri yaptığı yayınlardan katılacak olduğu konferansa kadar bütün detaylar verilmek suretiyle temsil ediliyor. Bu niteliklerle anılamayan ve sayısın kaç bin olduğu tartışmalı Kürtler ise temsiliyet ekonomisinden payını kafa sayısı olarak alıyor. Akademisyenlerin meslektaşlarına sahip çıkması kadar doğal ne olabilir diye soranlarınız varsa ufak bir hatırlatma yapalım. Ne yazık ki akademisyenlerin KCK kapsamında ilk tutuklanması İstanbul’da Kasım 2011’de değil Diyarbakır’da Nisan 2009’da gerçekleşti. Üstelik o zaman da savcılık “şüpheli”nin BDP’nin yerel yönetimler akademisinde ders vermiş olmasını terörist bir aktivite olarak sunmuştu.[7] O tutuklama akademisyenler arası dayanışma örneklerine sahne olamadı. Bizim temsillerdeki özne-sayı ilişkisine dair eleştirimizi özne olarak temsil bulan bireyleri suçlamak gibi tersten okuyanlar oldu ve sansürlendi[8]; fakat sayıdan öte temsili olmayan tutuklulara yapılan epistemik şiddet, zaten onlar bazı tahayyüllerde hiçbir zaman özne olmadıkları için, hiç tereddüt edilmeden yayınlanmaya ve yayılmaya devam etti.

Birilerini sembolleştirerek kampanya yürütmenin kampanyaya daha geniş katılım sağlayacağının farkındayız. Ancak siz bu liberal pratiğin pragmatik, politik ve etik olarak ne ifade ettiğinin farkında mısınız? Pragmatik bir egzersiz olarak gelin bu kampanyaların meyvesini aldığınızı varsayın. Hopa davasındaki muhalif duyarlılığınız neticesinde Türk yargısının 6 aydır cezaevinde tuttuğu 60 kişiyi serbest bıraktığı gibi, KCK’de de ismiyle cismiyle her eylemde destek verdiğiniz insanların cezaevinden çıktığını varsayın. Olmaz ya oldu diyelim. Akademisyen aktivistlerin Amerika ve Avrupa’dan Türk devletine yaptığı baskı[9] sonucu iktidar geri adım atsa, uluslararası insan hakları savunucuları ödül dağıtmanın ötesine gitse ve bu sefer güçlü bir lobi oluştursa, ve Kürt seçilmişler bile zaten alacakları cezanın üçte ikisini yatmış olduklarından şartlı salıverilse… Geriye kampanyarda arada bir sözü geçen bir detay kalıyor: kafa sayısından gayrı temsiliyet bulamayan 3 bin 500 Kürt[10]!

Politik anlamda ise bir başka soru var cevap bekleyen: Öğrencileriniz, akademisyen arkadaşlarınız, birinci dereceden tanıdıklarınız ve kendiniz dışındakileri politik projenizin neresinde tutuyorsunuz? Gitgide artan mobilizasyonun beraberinde getirdiği motivasyonla bu sorgulamanın ne yeri ne de zamanı diye serzenişte bulunabilirsiniz. AKP hepimize savaş açmışken böyle “bölücü” ve “çatışmacı” tepkilere gerek yok diyenler de olabilir. Tam da bu noktada 1960’ların İşçi Partisi deneyimini hatırlamak lazım. Kürdistan sorununun devrimden sonra kendiliğinden çözüleceği hakim anlayışı sonucunda Kürtler Türk solundan ayrılıp Kürdistan’da kendi örgütlerini kurmuştu. Şimdi AKP’ye karşı muhalefeti daha da güçlendirmek lazım derken kullanılan liberal politik dil de repertuar da bu kendiliğinden gelişen mobilizasyonu içten içe tehdit ediyor. İktidarın otoriterliği karşısında en azından söylemlerinde liberalleşen sol entellektüeller hukukun sınırlarını çizdiği “yasallık” tanımı ile ilgili bir sorun yaşamıyor gibi görünüyorlar ve öğrencilerinin yasal örgütlere üye olduğunun altını çiziyorlar. TMK’nın topyekün varlığına birşey demekten ziyade ya içindeki birkaç maddeyi sorunlu buluyorlar ya da yasalar uygulanırken neyin mahkemede kanıt olarak sunulduğu ile ilgili bir itirazları oluyor. Ancak Türk hukuk sistemi ile ilgili yapısal bir sorundan ziyade  yürürlükte olan maddeleri değiştirerek yapılacak iyileştirmeden yana olanların yolundan gidecek olursak bile sorun çıkıyor. Şemsiyenin bir silah olarak yorumlanmasına son derece haklı olarak karşı çıkarken, molotof kokteylinin ağır silah olarak kabul edilmesini planlayan yasa teklifi ile ilgili neden ehli kalem bir kıpırtı göstermiyor?

Kimi siyasi davaları ve tutukluları temsil ederken diğerlerine dair birşey söylememek sadece pragmatik ya da politik bir sorun değil aynı zamanda etik de bir sorun. Bu kontekste Levinas’ın etik tanımı çok uygun olduğundan hatırlamakta fayda var. Levinas etik için “Bana ve benim düşüncelerime indirgenemez olan, benim tasarrufumda olamayacak kadar bana yabancı olan “öteki”nin, bana kendi spontanlığımı sorgulatmasıdır”[11] diyor. Kendiliğinden gelişen mobilizasyonun kendinden olanlar söz konusu olduğunda ortaya çıkmasında şaşıracak birşey yok. Ama dilinizin ve eylemlerinizin içine alamadığınız kadar yabancı olan “öteki,” bizlere siyasi davalar etrafında şekillenen eylemlerinizin spontanlığını sorgulatıyor. Politik mücadelelerini apolitikleştirip yazılarınızda dört haneli sayılara dönüştürdüğünüz “öteki”ni bir yandan kendi dilinizle asimile edip bir yandan da onlarla aynıymış gibi yapıyorsunuz. Oysa “öteki” hem kendinizden yabancılığı hem de eylemlerinizdeki yokluğu ile başka bir insanlık haline işaret ediyor: Temsil ekonominizde kimilerini kurtarılacak hayatlar, kimilerini feda edilecek hayatlar, kimilerini ise yok sayılacak hayatlar olarak sunduğunuzu söylüyor.

Yargının hukuksuzluğuna karşı çıkarken tutunduğunuz figür Kafka’nın isimsiz K.’sına ne kadar uzaksa, yazılarınızda romantize ettiğiniz gibi hepinizin TMK tarafından birer K.’ya dönüştürülme ihtimaliniz de bir o kadar az. Siz kendinizi açık açık ihbar etmenize rağmen ertesi sabah beşte polisler kapınıza dayanmıyorsa, “bölgeden” hediyelik eşya niyetine aldığınız poşularınız savcıları harekete geçirmiyorsa, yasal örgütlere üyeliğiniz ve katıldığınız eylemler hakkınızda suç deliline dönüşmediyse belki de Türk yargısının TMK silahını kime ve niye yönelttiğini yanlış okuyorsunuz. Batman savcısının 45 yaşında, 10 çocuk babası, ve işsiz K. ile ilgili iddianamesinde dile getidiği “grupla bütünleşme” iddiasını tersten okursak: grupla bütünleşmemiş görünüyor, “ideolojik halay”larda pek ayrıksı duruyorsunuz. Bazı eylemlere katılanlar hakkında toplu tahliye kararı çıkabilirken son KCK davasında bir tane bile tahliye çıkmıyorsa; savcılar ve hakimler Ankara Ağır Ceza Mahkemesine sunulan savunmalar karşısında utanıp sıkılarak etrafa muzip gülücükler dağıtırken, Diyarbakir 6. Ağır Ceza’da kendi seslerinin yankısını duyup da utanmıyorlarsa, ve Kürt basınına yapılan son operasyonlarla dışarıda “bizi de içeri alacaklar” diyecek bir Kürt yazar bırakılmamaya çalışılıyorsa; o zaman “hepimiz” tehdit altındayız diyenlere sorarız: Türk yargısının sınıf, ırk, cins, etnisite ayrımı yapmadan hukuksuzluğu adil bir şekilde dağıttığını nereden çıkardınız?

Bu davalarda sıra size gelmeyecek, rahat edebilirsiniz şimdi. Çünkü siz de biliyorsunuz ki içerideki “kimse”lerin aksine siz hep “bir kimse”siniz. Belki tam da bu yüzden birkaç yıldır içeri alınan binlerce kişiye şaşırmıyorsunuz da operasyonlar kendi nezih mühitlerinize ulaşınca hayretlere bürünüp hepimiz tehdit altındayız diyorsunuz.

Referanslar

Brown, Wendy. 2003. Neo-liberalism and the End of Liberal Democracy. Theory & Event 7:1

Butler, Judith .1992. Contingent Foundations: Feminism and the Question of “Postmodernism.” In Feminists Theorize the Political. Judith Butler and Joan Scott, eds. Pp. 3-22. New York: Routledge.

Cameron, Deborah. 1997. Theoretical Debates in Feminist Linguistics: Questions of Sex and Gender. In Gender and Discourse. Ruth Wodak, ed. Pp. 21-35. London: Sage.

Collins, James. 1998. Our Ideologies and Theirs. In Language Ideologies: Prac- tice and Theory. Bambi Schieffelin, Kathryn Woolard, and Paul Kroskrity, eds. Pp. 256-270. Oxford: Oxford University Press.

Fraser, Nancy. 1987. What’s Critical about Critical Theory: The Case of Haber- mas and Gender. In Feminism as Critique: Essays on the Poli- tics of Gender in Late Capitalist Societies. Seyla Benhabib and Drucilla Cornell, eds. Pp. 31-56. Minneapolis: University of Minnesota Press.

Gal, Susan. 1991. Between Speech and Silence: The Problematics of Re- search on Language and Gender. In Gender at the Crossroads of Knowledge: Feminist Anthropology in the Postmodern Era. Micaela di Leonardo, ed. Pp. 175-203. Berkeley: University of California Press.

—1997 . Feminism and Civil Society. In Transitions, Environments, Translations: Feminisms in International Politics. Joan W. Scott, Cora Kaplan, and Debra Keates, eds. Pp. 30-45. London: Routledge.

—2002. A Semiotics of the Public/Private Distinction, differences 13(l):77-95.

Levinas, Emmaunel. 1969. Totality and Infinity: An Essay on Exteriority. Pittsburg, Pennsylvania: Diquesne University Press

Povinelli, Elizabeth A. 2011.  Economies of Abandonment: Social Belonging and Endurance in Late Liberalism. Durham: Duke University Press


* Bu yazının erken bir versiyonu 2 Ocak 2012 tarihinde Özgür Gündem’de yayınlandı. Halihazırdaki versiyonun  oluşmasında ilk yazının ardından aldığımız değerli eleştirilerin çok önemli katkısı oldu.

[4] Urgent Appeal: Stop Arbitrary Detentions in Turkey! http://www.ipetitions.com/petition/detentionsinturkey/

Bu imza kampanyasının giriş paragrafında Türkiye’deki Kürt vatandaşların hak mücadelelerinin AKP hükümeti tarafından son iki yıldır bastırıldığı anlatılırken, sondan ikinci paragrafta neden iki yıl önce değil de tam da bu zamanda (Kasım 2011) uluslarası desteğin kritik ve acil olduğunu dile getiriliyor: “Yurtdışındaki arkadaşlarımızı, KCK operasyonlarında tutuklananlarla dayanışmak için siyasi eylemlerde bulunan herhangi bir Türkiye vatandaşının Erdoğan hükümeti, yargı ve polis tarafından hedef alınabileceği bu günlerde, [bu] haberleri yaymaya ve uluslarası baskı oluşturmaya—ki bu özellikle  bugünlerde kritik ve acildir— çağırıyoruz.”

[6] Hamit Bozarslan, Vincent Duclert, Ferhat Taylan, Le Monde, 12 Kasım 2011

http://www.lemonde.fr/cgibin/ACHATS/acheter.cgi?offre=ARCHIVES&type_item=ART_ARCH_30J&objet_id=1173838

[7] Derste Öcalan’ı Anlatan Sosyolog, 20 Aralık 2010

http://www.haber365.com/Haber/Derste_Ocalani_Anlatan_Sosyolog/

[8] Bu yazının Bianet tarafından yayınlanmasının reddedilme gerekçesinde belli kişileri ağır bir şekilde suçladığımız iddia edildi. Burada bir kez daha belirtmek isteriz: Hiçbir akademisyen, tercüman, insan hakları savunucusu veya Kürt seçilmişleri (bu son grubu suçladığımızı ne yazık ki kimse iddia etmedi, her ne kadar onların da temsiliyette ön plana çıkarıldığını belirtiyor olsak da!) kendilerinin medyada bulduğu temsilden dolayı sorumlu tutmamız kesinlikle söz konusu değil. Aldığımız eleştirilere şunu sormak isteriz: Sizin okumalarınızda şarkiyatçılık eleştirisi yapan kritikler şarkiyatçılıktan dolayı romantize edilen şark öznesini mi suçluyor?

[9] Başlatılan kampanyaların uluslarası akademik çevrelerde nasıl bir rezonansının olduğunu görmek açısından önemli bir çağrı New York Üniversitesi’ndeki Scholars at Riks Ağı tarafından yapıldı: http://scholarsatrisk.nyu.edu/Events-News/Article-Detail.php?art_uid=3197 Bu çağrının Kürt hareketine dair ne söylediğine özellikle dikkat etmek gerekiyor.

[10] Adnan Bostancıoğlu, Birgün, 30 Eylül 2011

http://www.birgun.net/politics_index.php?news_code=1317370652&year=2011&month=09&day=30

[11] Levinas, E. 1969. Totality and Infinity: An Essay on Exteriority. Pittsburg, Pennsylvania: Diquesne University Press. sf 43

8 Responses to “Siyasi Davaların “Liberal” Temsili∗”

  1. Kürt gerçekliğinin görünmezliği sadece liberal entellektüellere ve liberalizme mal edilebilir mi? Peki, bugüne dek Kürt hareketine mesafeli durmuş, Kürtler salt kimlik politikası yapıyor diyen, Sosyalist Solu ne yapacağız? Onları da bu liberalizm kefesinin içine koyabilir miyiz? Kanımca mesele bir görünürlük meselesidir; bugüne kadar Kürtlere yönelik şiddet görünmez kalabildi çünkü Kürtlere yönelik devlet şiddetinin devletin ürettiği diğer şiddet biçimleriyle ilişkisi, bazı çevreler dışında, çok da fazla kurulmadı. Ya da, kurulduysa da bu bilgi henüz kamusal alanda varolamıyordu. Yani T.C.’nin varlığının bir şiddet politikası üzerine kurulu olduğu kamuoyunca görünür değildi (şimdi de kime ne kadar görünür o tartışmalı tabi). Bu aslında sadece Türkiye’ye dair bir problem değil. Kendisini çoğunluğun etnik kimliği üzerinden tarif eden ulus devletlerin yapısına dair farkındalık varlığını, en azından Batıda, biraz da 80 sonrası gelişen Postkolonyal düşünceye borçlu. Türkiye’de ise 90’lardan itibaren Sosyalist Sol’un ve düşüncenin önceden önemsizleştirdiği, ‘gereksiz bulduğu’ kategoriler üzerine düşünülmeye başlandığından beri (ki bu düşünce pratiği de genelde Sol eğilimliler, sosyalistler ve feministlerce oluşturulmuştur) daha geçişken bir sınıf analizi yapmanın gerekliliği farkedildi. Daha etnografik bir yaklaşımla, sınıfın, etnik kimlik, cinsiyet, din vb. ile ilişki içinde aktive olduğu farkedildikçe şiddetin de bu kategoriler üzerinden nasıl üretildiği tartışılır oldu. Tam da bu nedenle, şimdilerde sıkça ifade edilen, işçi sınıfının Kürtleştiği anlayışı bazı Sosyalistleri Kürt hareketini desteklemeye yöneltti. Uzun lafın kısası, Türkiye tarihini, politikalarını eleştirel gözle okumayan, Türkiye’de neoliberalizmin nasıl iş gördüğüne dair bir fikri olmayan, ve de Türk kimliğine eleştirel bakmayan kişilerin, liberal olsun olmasın, bugün Türkiye’de olup biteni doğru biçimde analiz edebilmesi çok da mümkün görünmüyor. Bu nedenle, liberallerin bugünkü tutumunu yeterli görmemek, her ne kadar haklı temellere dayanıyor olsa da, liberallerin içinde bulundukları tavrın nasıl şekillendiği ile ilgilenmeden, sanki bu salt bir seçimmiş gibi sözetmenin çok da yapıcı bir eleştiri getirdiğini düşünmüyorum.
    Yukarıdaki yazıda bahsi geçen, Türkiye’deki bazı liberal entellektüeller ve de yurtdışındaki bazı Türkiyeli akademisyenler eğer Kürt hareketine yönelik devlet şiddetine karşı tavrı (KCK tutuklamalarına yönelik tepkiler) ancak ve ancak gazeteciler, insan hakları savunucuları, Bogaziçi’li öğrenciler, yayıncılar ve akademisyenler vb. tutuklanmaya başladıktan sonra aldılarsa, yani anca o zaman dank ettiyse birşeyler (anca o zaman TC’ye dair bir aydınlanma yaşadılarsa ve anca şimdi başkaldırıyorlarsa) bunun için onları suçlamak niye?
    ‘Şimdiye kadar neredeydiniz, bu savaş 30 yıldır sürüyor, anca mı farkettiniz devletin şiddetini’ demenin kime ne faydası var? Geliştirilen tavrı genel olarak samimiyetsiz buluyor yukardakı yazarlar. ‘Bir gün benim de başıma gelirse’ gibi bir önermeden hareketle yaygınlaştığını düşünüyor. Bu böyle bile olsa, buna bir kötücüllük değil ancak cahillik atfedilebilir. Sözlerimi sonlandırırken, değinmeden geçemeyeceğim, yazarların yukarıda alıntıladığı filozof Levinas, her ne kadar Öteki Etiğinin kurucusu olsa da, bir söyleşide, ‘Filistinliler sizin için o bahsettiğiniz Öteki’mi? sorusu yöneltildiğinde, ‘Hayır’ diyerek kestirip atmış, Filistinli’nin -adeta- Öteki kategorisi dışı kaldığını ifade etmiştir. Levinas için Öteki sonsuzca sorumluluk duymam gereken, ve birşey beklemeden çağrısına kulak vermem gerekendir. Öteki’nin çağrısını duyabilmem kendi bencilliğimi ve özgürlüğümü sorgulamam ile mümkündür ancak. Ne yazık ki Levinas bile, Filistinli’nin gerçekliğini göremediği ölçüde, kendi kurduğu Öteki Etiğinin sorumluluğunu yerine getirememiştir. (Levinas ve Kürt Hareketi ilişkisine dair değerlendirme için bknz. İmge Oranlı, Cogito, Sivil İtaatsizlik Sayısı)ç Yani, tıpkı Levinas için olduğu gibi, kimileri için bazı şeyler kolay kolay görünür olmuyor. Türkiye’de Kürt gerçekliği görünür değilse bunu bir takım liberallerin tutumlarına bağlamak yerine daha sistematik bir devlet ideolojisi ve türklük inşası eleştirisi yapmalıyız. Bunu yapmadığımız sürece hedefi şaşma olasılığımız çok yüksek. Zira hedef gerçekleri görünür kılmamak için tüm aygıtlarıyla iş gören TC ve kurumları olmalıdır. Türkiye’deki liberaller bu aygıtlardan şiddet gördükçe (ki görmüyor diyemeyiz) ya entegre olacak ya da keskinleşecek ve liberalliğini yitirecektir. Devletin liberalizme, liberal varolma pratiklerine bile müsade etmediği bir ortamda liberal söylemlerin yavaş yavaş dönüşeceği kanısındayım.

  2. bu yazının kapsamı açısından oldukça ilişkili olduğunu düşündüğüm, çocuklar için adalet çağrıcıları gibi kimi başka liberal kampanyalardan da en azından ”yiğidi öldür ama hakkını ver” kotasından, iyi örnek olarak bahsedilmesinde fayda olabilir. demek ki olabiliyormuş diyebilmek için bu tür örnekleri unutmamanın önemli olduğunu düşünüyorum.

  3. Siyasi davaların entellektüel temsili yazımıza getirilen eleştirilerle ilgili bir cevap yazmak istedim. Hem bu konudaki tartışmaları devam ettirmek adına hem de tartışmaların değiştirdiği/geliştirdiği siyasi ve etik var olma hallerimizi oldukça önemsediğim için. Yukarıda dile getirilen çok farklı ve çok da önemli eleştirileri baz alarak yazmak istiyorum. Önder ile yazdığımız yazıda liberal solu eleştirirken sosyalist solu konunun dışında bırakmamızın nedeni temel olarak siyasi davalar çerçevesinde oluşan liberal sol bloğun kullandığı araçlar ve daha önemlisi dil pratikleri ile ilgili bir çıkmaza işaret etmekti. Burada iki durumu birbirinden ayırmak lazım: (a) bir hareketin siyasi söylemlerinde Kürt politikasına dair sessiz kalması (ki burada sosyalist sol topyekun bunu yapıyor demek ne kadar doğru olur sormak lazım, özellikle siyasi partiler düzeyinde oluşturulan ortak platformları düşününce..) ya da mesafeli durması ile (b) bir hareketin kapsayıcı olduğunu iddia ederken kapsadığıni iddia ettiği grubun siyasi ve hayati meselelerini kendi ideolojik retorikleri içinde eritmeleri. Bunlarin ikisini birbirine karıştırmamanın analizin selameti açısından zaruri olduğunu düşünüyorum.

    “Görünürlülük” meselesine gelince.. Yazının problematiği liberal solun Kürt siyasi davalarını neden bu zamana kadar görmediği değil aslında. Aksine gördüğü ve temsiline soyunduğu özne ile nasıl ilişkilendiği. Nisan 2009’da Kürt siyasetçileri içeri alınırken bütün ana akım medya bunun haberlerini prime time’da verdi. Kim neyi görmemiş olabilir ki? Yüksekova’da yılda kaç kere sınır boyundaki evlere baskın yapıldığını konuşmuyoruz–ki Yuksekovehaber’i takip edenler bunu da görüyor olacaklar. Herkesin gözleri önünde cereyan eden ve şehir merkezlerinde kitleler halinde içeri alan Kürtlerden bahsediyoruz. O yüzden 90’lardan daha farklı bir entellektüel angajmanla karşı karşıyayız. Bu noktada liberal sol camiadan kimse olanları görmediğini iddia etmiyor, yanılıyor muyum? Görmemeye indirgenemeyecek kadar görünür bir yerde oluyor herşey. O yüzden sözümüzün görünürdekine verilen tepkinin zamansallıği ve dili üzerine olduğunu tekrar hatırlatmak isterim. TC’yi eleştirelim elbette. Ancak iktidar alanları devletten ibaret degil ki. Entellektüellerin “bilgi” ve “hakikat” ile kurdukları ilişki dahilinde–her ne kadar söyledikleri devlete karşı da olsa–belli bir iktidar alanını ürettikleri ve bunun içinde hareket ettikleri hepimizin malumu. O zaman entellektüellerin sorumluluklarını nasıl tartışmayız?

    Bir başka soru: ulus-devletin yapısına ve şiddetine dair farkındalığın 80’lere kadar oluşmadığı tezinde bahsedilen farkındalığı kimin farkındalığı olduğu. Batı ile Türkiye arasında kurulan iliskiden anladığım kadarıyla bu, Beyaz adamın farkındalığı. Yoksa Siyah adam hergün yapısal, sembolik, fiziksel şiddete maruz kalırken, Batı onun için teorize edene kadar, bu şiddetin farkında değil değildi. Bunu ortaya koymayı önemli buluyorum, yoksa ötekilerin “farkındalığı” tıpkı ötekilerin “varlıkları” gibi Beyaz adamın iktidarı altında güme gidecek. Sahi, çoğunluğun azınlık üzerindeki tahakküm ilişkisini ve bunla bağlantılı olarak kolonide var olma halini gerçekten Beyaz adam mi teorize etti?

    Akademik farkındalık açısından literatürü “Batı’daki postkolonyel literatur” ile başlatmak bu alanda da Beyaz adam dışındakileri “görmekte” ne kadar zorlanıldığını gösteriyor. Hindistan’da 1982’de Ranajit Guha ile başlayan “Mağdun/Subaltern Çalışmaları” Hegelyen tarih anlayışına ve bu tarih anlayışında Batı dışındaki tarihlerin nesneden öteye gidemediğine dair en önemli çalışmalardan biri ve postkolonyel teorinin yapı taşı. Esasen S. Sarkar (1997) Hindistan’da mağdun tarihi çalışmalarının Guha’dan daha önceye gittiğini ve yerel tarihçilerin çalışmalarının göz ardı edilmemesi gerektiğini telkin ediyor. Bu yazı içınde postkolonyel çalışmaların Batı’da başlamadığını not etmek şimdilik yeterli.

    Levinas’ın Filistin halkının “öteki” olmadığını belirttiği röportaja yukarıda referans verilmiş olması baska bir konuyu daha açmamı mümkün kıldı. Öncelikle Levinas’ın bu politik duruşunun kendisinin de çok çarpıcı bir şekilde anlattıği etikten yoksun savaş siyaseti ile ne kadar uyumlu olduğunu belirtmek isterim. Şöyle ki… Levinas “Totality and Infinity”nin önsözünde “etik”i savaş ve siyaset ile zıt bir ilişki içinde tanımlıyor. Savaş ve siyaset ontolojik bir gerçeklik iken barış ve etik eskatolojik bir yaklaşımla mümkün olabiliyor. Savaş daimi bir olasılık. Etik ve barış ise kendimin öteki ile yüz yüze ilişki kurarak ona dair sonsuz sorumluluğumu gördüğüm durum. Levinas’a göre daimi savaş hali kimsenin mesafe alamadığı bir düzen kurar ve bu düzenin dışındalıkları yoktur. Bu daimi savaşta şiddet denilen şey, insanları yaralamak ve yok etmekten çok, onlara kendilerini bir daha tanıyamayacakları bir rol oynatmak ve onların kendi taahhütlerine ve varlıklarına ihanet etmelerini sağlayamak olarak tanımlanıyor. Levinas savaştan çıkmanın tek yolunu öteki ile yüzyüze kurulan ilişkide buluyor. Savaştan çıkmaktan kastedilen yenilen ile yenen arasında savaş temelinde kurulan bir barış anlaşması değil elbette. Bu türlü bir barış savaşın onaylanmasından başka birşey değil. Levinas’ın barış tanımlaması ötekini bir totalitenin dışında görmeyi mümkün kılan etik duruma denk düşüyor. Bu önermede barış öteki ile esaslı ve kökten bir ilişkiye girmeyi gerektiriyor ve etik bilinç ancak barış savaşa baskın geldiğinde mümkün olabiliyor. Burada kısaca değinmeye çalıştığım felsefik argümana bakarsak hem Levinas’ın hem de liberal sol entellektüellerin öteki ile (birinde Filistin diğerinde Kürt halkının mevzu bahis olması manidar) savaşın totaliter yapısı dışında bir ilişkiyi kuramadığını daha iyi görebiliriz. Levinas Filistinlileri öteki olarak görmeyerek savaşın ona dayattığı siddetin bir öznesi oluyor ve kendi söz (commitment) ve varlığına ihanet ediyor, peki ötekinin mutlak totaliteye indirgeyen liberal temsiller etmiyor mu?

    Bu eleştirilerin yapıcı olmadığı birçok yerde dile getirildi. Biliyorsunuz Derrida (1990) yapısökümünün adalet arayışının kendisi olduğunu söyler. Derrida’ya göre adalet arayışı (pozitivistlerin adalet tanımından bahsetmiyoruz elbette) imkansızın arayışıdır. Yapısökümü bu arayışı bütün imkansızlığına rağmen mümkün kılıp yok edici şiddete karşı durmayı sağlar. Buradan hareketle şunu belirtmek isterim. Yapıcı olmak elbette önemli ama önce yapıyı sökmek lazım (yıkmaktan bahsetmiyorum) ki o yapının içindeki açmazları görelim ve o açmazların ötesine geçebilelim.

  4. Hakyemez ve Önder’in Özgür Gündem’deki makalelerinin yeni versiyonunu yayınlayarak bu
    hararetli tartışmayı başlattığı ve de devam ettirme olanağını bize sunduğu için Azad Alik editörlerine; eleştirilerime detaylı bir yanıt verdiği için Serra Hakyemez’e teşekkür ederim.
    İlk olarak şunu belirtmek isterim; niyetim kesinlikle Türkiyeli entellektüellerin sorumluluklarını yok saymak ya da hafifletmek değil, eleştirimin bu şekilde anlaşılmasını hiç istemem. Tam tersine, tam da ‘neden sorumluluklarını yerine getiremiyorlar’ sorusu ile ilgili benim derdim, ve kanaatim de, bu durumun onların seçimlerine indirgenemeyecek olduğu. Görünürlük-Görünmezlik meselesi tam da burada devreye giriyor benim için. Ama Hakyemez’in eleştirilerini okurken farkettim ki, görünürlükten ne kastettiğimi çok da net ifade edememişim, zira medyanin KCK’yı haber yapmış ya da yapıyor olması ile ilgili değil meselenin görünür olması, daha ziyede, neyi nasıl haber yaptığı ile ilgili. Evet belki medya “KCK operasyonları” ile ilgili haberleri prime time verdi, ama nasıl verdi? Judith Butler’ın “Frames of War”da dediği gibi, nasıl çerçeveledi bu haberi? Bu çerçeveleme pratiği tam da şiddetin üretilmesini/varolmasını ve de devamlılığını kurmuyor mu? Tıpkı Sivas’da 33 kişinin yakılması olayının da 93’de bu çerçeveleme pratiğinden geçdiği gibi. Bilgi dediğimiz şey salt biçimsel olmadığına göre ve aynı zamanda duyuşsal (affective) olduğuna göre, bilginin nasıl ve ne amaçla üretildiği ve nasıl bir etki bıraktığı sorusu bence bu tartışmaların temelinde yatıyor. Tam da bilginin üretilme biçimleri, çerçevelenmesi olayları görünmez kılıyor. Kısacası, görünürlük kavramını ilk-gerçek anlamında (literally) kullanmamıştım. Önder ve Hakyemez’ın yazılarının da görünürlük-görünmezlik meselesiyle ilgili olmadığının farkındayım, zaten mesele de bu ya, liberallerin tutumlarının seçime indirgenemeyecek olması tam da bu görünürlük-görünmezlik meselesini merkeze almak istememle ilgili.
    ‘Seçim’ zaten tarihsel olarak oldukça yüklü bir felsefi kavram, ve Foucault’nun College de France derslerinden anladığım kadarıyla, tam da liberalizmin kendini kurduğu felsefi izleklerden biri. Liberalizmin tam da yapısal sorunları seçimlermiş gibi göstererek bu seçim retoriği üzerinden kendini üretmiyor mu, biz de bu ‘seçim’ kavramını verili olarak alarak benzer mi görmezden gelme, üzerini örtme pratiğine girmiş olmaz mıyız? Hakyemez ve Önder liberallerin tutumlarını seçim olarak yorumlarken liberal söylemi üretmiş olmuyorlar mı?

    Seçim demenin bence hiçbir yapıcı tarafı yok, çünkü bu seçimin nasıl kurulduğu sorusunu olanaksız kılıyor, bu soruyu tamamen yok sayıyor. Dolayısıyla, benim için mühim olan soru şudur: Türkiyeli bazı liberaller Kürtlere yapılanları, Kürt gerçekliğini nasıl ve neden görmezden gelebildi bunca zaman? Ben üzerinde yoğunlalışması gereken sorunun bu olduğunu düşünüyorum, çünkü bu soru çok daha çetrefilli bir iktidar mekanizmaları analizine taşıyabilir bizi. Hakyemez’in devlet ve iktidar arasında yaptığı ayrıma katılmamak mümkün değil, o zaman da soru benim için Adorno’nun kapitalizm bağlamında işaret ettiği soruya benziyor: Nasıl oluyor da sermaye, işçi sınıfını, sermayenin çıkarlarının kendi çıkarları olduğunu konusunda ikna edebiliyor? Kapitalizmin ayakta kalabilmesi tam da bu ikna pratiklerine dayanmıyor mu? Yani kapitalist ideolojiye dayanıyor.
    İşte liberal retorik de benzer biçimde iş görüyor, ve bence soru benzer: nasıl oluyor da iktidar kendi çıkarlarını ve kararlarını tüm halkın çıkarları ve kararlarıymış gibi üretebiliyor?

    “ötekilerin “farkındalığı” tıpkı ötekilerin “varlıkları” gibi Beyaz adamın iktidarı altında güme” gitmesi meselesine gelince, yazdıklarımın bu tip bir güme götürme faaliyetine hizmet etmesini istemem, bu “farkındalık” meselesi hiç de güme gitmemesi gereken bir mesele. Farkındalığı beyaz adam vs. siyah adam ikiliğinde konuşmak bana oldukça problematik geliyor, çünkü ikisi açısından da yekpare bir farkındalıktan bahsedemeyiz. Eğer farkındalığın şiddetle geldiğine dair bir ortak kanaate varabilirsek, o zaman siyah adamın beyaz adamdan gördüğü şiddetin beyaz adama ve onu şiddet pratiklerine dair bir farkındalığı oluşturduğunu söyleyebiliriz elbette, ama peki bu siyah adamı tümden bir şiddet sorgulamasına yöneltiyor mu? Genelde Hayır. Ve yanlış anlaşılmasın burada gerillaların, bağımsızlık mücadelelerinim şiddet kullanımından bahsetmiyorum kesinlikle, o başka bir tartışma konusu. Söylemek istediğim, evet, “Siyah adam hergün yapısal, sembolik, fiziksel şiddete maruz kalırken” tabiki de bir farkındalığa sahip oluyor, ama bu farkındalık çoğu zaman sadece o alana dair, bu farkındalığı kutsamamız aynı siyah adamın dövdüğü karısını, diğer ötekilere yönelik ırkçılığını yok saymaya götürür bizi. O nedenle bu gündelikliğin içinde neye dair farkındalığın üretildiğini iyi değerlendirmek lazım.

    Bir başka soru: “Sahi, çoğunluğun azınlık üzerindeki tahakküm ilişkisini ve bunla bağlantılı olarak kolonide var olma halini gerçekten Beyaz adam mi teorize etti?”
    Tabiki o etmedi, ama kim etti nasıl etti, Fanon Sorbonne’da okudu, Spivak’ı, Homi Bhabha’si, Edward Said’i bunlarsa eger bu tahakküm ilişkisini teorize edenler bunların da siyahlığını sorgulamak lazım. Eğer Batı’da olmayan siyah adamsa referans, Hakyemez’in Guha’ya referansını düşünecek olursak, Guha’nın görünürlüğünün Spivak, Bhabha gibiler olmadan ne konumda olacağını düşünmek gerekir. Bu tabi tarih yazımı sorusuna getiriyor bizi, kimin tarihi ne kadar görünür, nasıl görünür hale geliyor. Bu noktada gerçeklik ile temsil edilebilirlik arasında bir ayrım yapmadan, üretilen her bilginin dolaşıma girdiğini varsayamayız. Temsil edilebilirliğin koşullarını düşünmemiz gerekir.
    Bu konuda bell hooks’a tamamen katılıyorum, okur-yazarlığın farkındalık üretmedeki ve temsiliyet üzerindeki rolünü küçümseyemeyiz. bell hooks’un da Stanford mezunu olduğu malumunuz. Bu sadece iyi okullarda okuyanlar kapsayıcı bir farkındalık geliştiriyor demek değil, ama mesele teorize etmekse, görünmezi görünür kılmaksa, tarihi yeniden yazmaksa, evet bence bunun için yazılı materyala belli bir erişimin olması şart ama bunun için iyi okullara gitmek şart değil.
    Son olarak, Hakyemez şu sözlerini değerlendirmek istiyorum: “hem Levinas’ın hem de liberal sol entellektüellerin öteki ile (birinde Filistin diğerinde Kürt halkının mevzu bahis olması manidar) savaşın totaliter yapısı dışında bir ilişkiyi kuramadığını daha iyi görebiliriz. Levinas Filistinlileri öteki olarak görmeyerek savaşın ona dayattığı siddetin bir öznesi oluyor ve kendi söz (commitment) ve varlığına ihanet ediyor, peki ötekinin mutlak totaliteye indirgeyen liberal temsiller etmiyor mu?” Benim için mesele Levinas’ın kendisinin kendi söz ve varlığına ihanet ettiğini hiç de düşünmüyor olduğu, yani Filistinlilerle ilgili sözlerinde bir sorun görmüyor oluşu. Levinas hem öteki etiğini teorize edip hem de bu etiğin gerekliliğini yerine getiremiyor, nasıl oluyor bu? Nasıl oluyor da Levinas Filistinlileri öteki olarak göremiyor? Benim için açıklanması gerekn soru budur. Benzer şekilde, nasıl oluyor da Kürtlere yönelik devlet şiddeti şiddet olarak kodlanmıyor?
    Levinas özelinde oldukça baside indirgeyecek olursam, Levinas İkinci Dünya Savaşında yahudi olduğu için çalışma kampında yıllarca tutsak kalıyor, hem burada birebir yaşadığı deneyim hem de genel olarak Yahudi Soykırımı onun Yahudilikle ilişkisini önemli ölçüde belirliyor ve politik/felsefi kimliğinin önemli bir parçasını oluşturmasına neden oluyor, ve bu kimlik büyük oranda şiddetle kurulduğu için İsrail devletinin kuruluşunu yahudilerin kurtuluşu olarak görüyor olacak ki, bu orada yaşayan başka bir halkın yerinden yurdundan edilmesi ve katli anlamına gelse dahi İsrail’in politikalarını destekliyor. İsrail’in yaptıklarının uluslararası kamuoyunda ne kadar görünür olduğu da başka bir mesele, (yine burda görünürlük illa ki ilk anlamında değil) durum Amerika’da o kadar feci ki, İsrail’i eleştirmek hemen anti-semitizm olarak kodlanıyor. Bu tabi, iktidarlar tarafından üretilen bir koruma kollama mekanizması, hemen herkes anti-semist oluveriyor, tıpkı Türkiye’de hemen “terör örgütüne üye” olduverdiğin gibi.
    Levinas örneğinde, ezilenin onu ezen şiddeti soğurup bu şiddetden nasıl başka bir şiddet ürettiğine (söylemsel de olsa) ve diğer ezilenlere karşı ya kayıtsızlığına yada öfkesine tanık oluyoruz. Türkiye özelinde de, bu tip bir mantık işliyor. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bu cumhuriyetin kimlerin katli, kimlerin yoksayılmasıyla kurulduğunu ve varolageldiğini “biliyor” olsaydı zaten bugün Kürtlerin başına bunlar geliyor olmazdı. (Böyle bir bilgi mevcut ama kamuoyunda görünür değil, görünür olmaması için devlet tüm mekanizmalarıyla işbaşında)
    Türkiye Cumhuriyeti’nin devraldığı İttihat Terakki, Teskilatı- Mahsusa geleneği Ermeni Soykırımı’nı organize ederken Kürtlerin bu soykırımda aktif rol aldığını biliyoruz. O nedenle, toplumsal barış için herkesin eteğindekileri dökmesi, bunun için de Türkiyeli tüm halkların Türkiye’nin varlık koşullarına dair etraflıca tartışması gerektiği kanısındayım. Liberaller, entellektüeller eğer bu alanda yapıcı çalışmalar içine giriyorlarsa onları da takdir etmek lazım. Eğer mesele birlikte yaşamaksa bunun olabilirliğine dair düşünmemiz gerekmez mi? Bu bizi eleştiriden geri tutmamalı elbet ama en azından daha yapıcı eleştiriler aramaya yöneltmeli. Derrida’nın da oldukça liberal bir düşünür olduğunu göz önüne alırsak ve bugün Amerikan akademisinde Derridacıların artışındaki dinamiği politik bağlamında kavrarsak, Derridacı düşüncenin bir taraftan adalet arayışını mümkün kılmakla beraber,felsefesinin temelinde yatan “undecidability” (karar veremezlik?) nosyonunun aynı zamanda adalet arayışına ket vurduğunu da belirtmek isabetli olur.
    Nitekim zaman karar verme, tarafları belirleme zamanı, ümidim o ki, büyüyen alternatif haber alma kaynakları bizi yoksayılan tarihlere ve gündemlere daha da yakınlaştıracak ve Türkiye’nin kanlı tarihini ve gündemini sorgulamamıza neden olacak. Levinas bunun için, yani hakikat ve adalet için, vicdan ve eleştiri kabiliyetinin gerektiğini söylüyor. Daha vicdanlı ve eleştirel olabilmemiz dileğiyle.

  5. Imge Oranlı’nın detaylı iki eleştiri yazısı için çok tesekkür ediyorum. Biraz geç kalmış olarak, ben de kendisinin çok degerli eleştilerine kısa birkaç şey eklemek istedim.

    Aslında, yazımızın en baştan beri ilgilendigi konu TC’nin hukuksal savaşına ve haliyle şiddetine karşı liberal solun geliştirdiği muhalefet pratiklerinin sınırları/sınırlılığı idi. Yoksa Oranlı’nın belirtme ihtiyacı hissettiği gibi “yaşanan aydınlanmanın” tahkir edilmesi ya da “şimdiye kadar neredeydiniz” şeklinde birilerini küçümsemek değildi. Bizim amacımız entellektüellerin kampanyalarındaki temsil modellerine bakarak Kürtlerle “nasıl” ilişkilendiklerine bakmaktı. Oranlı da zannımca aynı “nasıl” kaygısıyla başladığı eleştirisini başka açıklamalarla bitiriyor. Oranlı için mezkur entellektüellerin niye böyle bir ilişkilenmeye girdigini sorgulamak daha önemli gibi görünüyor galiba en sonunda. Nasılla başlanan sorular neden/niye ile açıklanarak son buluyor. “Nasıl oluyor da Levinas Filistinlileri öteki olarak göremiyor?’’ diye sorduktan sonra, “Levinas İkinci Dünya Savaşında yahudi olduğu için çalışma kampında yıllarca tutsak kalıyor, hem burada birebir yaşadığı deneyim hem de genel olarak Yahudi Soykırımı onun Yahudilikle ilişkisini önemli ölçüde belirliyor ve politik/felsefi kimliğinin önemli bir parçasını oluşturmasına neden oluyor, ve bu kimlik büyük oranda şiddetle kurulduğu için İsrail devletinin kuruluşunu yahudilerin kurtuluşu olarak görüyor olacak ki, bu orada yaşayan başka bir halkın yerinden yurdundan edilmesi ve katli anlamına gelse dahi İsrail’in politikalarını destekliyor” şeklinde cevaplıyor örneğin. Sonra da bilginin devlet mekanizmalarınca kontrolünden, “görünür olmaması”ndan geçip “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bu cumhuriyetin kimlerin katli, kimlerin yoksayılmasıyla kurulduğunu ve varolageldiğini “biliyor” olsaydı zaten bugün Kürtlerin başına bunlar geliyor olmazdı” tesbitiyle bitiriyor tahlilini. Açıkçası bu tahlil üzerine aklıma ilk gelen şey “Baba onları bağışla, çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar” oluyor (Jesus said, “Father, forgive them, for they do not know what they are doing” Luka İncili 23:34). Oranlı’nın en sonunda değindiği birlikte yaşamak bahsi için “fayfalı” bir refleksiyon olabilir bu, ama Oranlı’nın da hakikat ve adalet için gerekli bulduğu sorgulamak ve eleştirmek ve hatta hesap sormak için değil maalesef. Burada Arendt’in Eichmann Davası üzerine yazdıklarından mülhem, hesap sormak ve sorgulamanın sadece dehumanize edilmiş mağdurların (victim’lerin) humanize edilmesi için değil aynı zamanda cellatlarının da kocaman çarkların “bilmeyen” dişlileri olmaktan çıkmasına ve onların da humanize edilmesine, katliamların hesabının sorulmasına yarayacaktır diye düşünüyorum.

    Oranlı bizlere Türkiye’de entellektüel sorununa yaklaşırken “nasıl” sorusunu sorarak yaklasmalıyız diyor ve çok önemli bir noktaya işaret ediyor. Nasıl sorusunun önemini en çok da, yukarıdaki eleştirilerde de kendilerine yer bulan, Foucault’cu kritikler dile getirmişti. Mesele “ne” ve “neden” gibi büyük soruların bizi bir yandan hermeneutic analize sevk etmesi ve bir yandan da bu hermeneutic analizin Hakikat’i (truths/hakikatler değil) arama derdinde olması idi. Mariana Valverde’nin ifade ettiği gibi ancak nasıl sorusu bizi görünürde olanı analiz etmeye götürür. Salt ve özsel bir hakikat aramak yerine hakikat etkilerine bakmamızı sağlar. Hatta bir adım daha ileri giderek şunu söyler: iç/dış ya da görüntü/öz ilişkisini dikey düzlemde içeri doğru katmerleşen bir eksende düşünmek yerine yatay düzlemde deri kadar ince bir yüzeyin tersyüz edilmiş haline benzetir (burada sadece Foucault değil Deleuze’ü de okuyabiliriz). Bu analiz esas bilgiye erişmekten ziyade üzerinde hareket ettigimiz epistemik zemini gözler önüne sermeye çalışır. Iste nasıl sorusu hermeneutic yerine epistemolojiyi, derinde bulunacak bir öz yerine yüzeyde/görünürdeki etkileri analiz etmeyi ön plana cıkarır. Işte bu noktada, tekrar, Oranlı’nın nasıl değil niye/neden sorusunu sorduğunu farkedebiliriz herhalde. Başta savaşa dair nasıl bir bilgi üretildiğine bakarak nasıl’ın bizi yönlendirdiği epistemolojik soruya cevap araken yazının sonuna doğru analiz gitgide hermeneutic bir zemine kayıyor. Hermeneutic analizin en açık şekilde görüldüğü yer yine Levinas’ın Filistinlileri öteki olarak kodlayamamasını Levinas’in biyografisine bakarak açıklamak oluyor.

    Öte yandan belirtmek gerekir ki Oranlı’nın öznelerin kendi “agency”lerini bu denli görmezden gelmek üzerine kurduğu Foucault okuması da bazı sorunlar içeriyor. Foucault bireyler hiçbir şey seçmiyor diyen bir yapısalcı olmadığını hatırlamak gerek. Foucault liberalizm eleştirisini seçimden ziyade özgürlük kavramı ekseninde problematize ediyor. Liberalizm’in kurucu nosyonu olan “free man” bu problematizasyonun merkezinde ve demistifiye edilen şey de daha çok “free choice”. Yani Foucault seçim kavramını nitelemeden seçimin kendiliğinden tamamen bir illüzyon olduğunu söyleyen bir yerde durmuyor. Bunu 1983’te “Parrhesia” üzerine verdiği derslerde daha iyi görebiliriz.

    Derrida konusunda, Amerikan akademisindeki derridacıların artışının ardındaki politik dinamiğin kavranmasının Derrida’yı Amerika’da bir liberal olarak okumak ile ilişkisi açıkçası çok ilginç. Ama bir not olarak şunu söylemeliyim ki Fransa’da Derrida “oldukça liberal bir düşünür olarak” göz önüne alınmıyor ve derridacıların (Jean Luc Nancy’i anmak yeterli olacaktır herhalde) Derrida ile ilişkileri çok farklı düzlemlerde vuku buluyor. Adalet konusunda Oranlı ile çok ayrı noktalarda durduğumuz çok açık ama adalet “arayışının” bir muğlaklıktan geçeceğini ve “undecidabilty”nin bu arayışa ket vurmaktan çok onu doğuracağını düşünmekteyim.

    Son olarak Oranlı’nın Kürtlerin de eteğindekileri dökmesi cağrısı sanırım eleştirisindeki benim için en carpıcı nokta oldu. Soykırımda Kürtlerin Türklerin devletiyle işbirliği içinde olduğunu Hamit Bozarslan, Recep Maraşlı gibi bir kaç kürtten fazlası işlemedi ve Kürtlerin işledikleri cinayetlerin sorumluluğunu, vebalini bugün de yüklendikleri söylenemez. Bu doğru. Ama tartışmalarla ilgisini düşündüğümde bu hatırlatmayı (Kürtlerin kirli defterleri) nereye koyabileceğimi göremiyorum. Oranlı “eğer mesele birlikte yaşamaksa” diye sormakta ama ben meselenin birlikte yaşamak olup olmadığından pek emin değilim.

  6. Uzun soluklu giden bu tartışma benim temel eleştirimin (belki benim de gelen eleştirilere cevap verme kaygısıyla konuyu dağıtmamla) iyiden iyiye gözden kaçırılmasına neden oldu. Ben ilk yorumumda Çelik ve Hakyemez’in makalesi ile ilgili bir tespitte bulundum ve sanırım hala bu tespitime yönelik bir yanıt alabilmiş değilim. Dedim ki, Çelik ve Hakyemez liberal entellektüellerin Kürtlerle ilişkilenme biçimlerini bir seçim meselesi olarak görüyorlar, ben ise, buna seçim demenin yapıcı bir eleştiri getirmediği kanaatindeyim. Hatta, biraz daha ileri gideyim, bu tavır, bence bu ilişkilenme biçiminin nedenini açıklama derdi olmayan, meseleyi kestirip atan, burda açıklanması gereken birşey görmeyen bir tavır. Benim derdim ve sorum gayet basit: neden durum böyle? Buna örnek olarak, Levinas’ın Filistinlilerle kurduğu ilişkiyi kendi biyografisine bakarak açıklamaya çalışmam da (oldukça indirgemeci ve çala kalem yazılmış olduğu malum olan) hermeneutik değil olsa olsa jeneolojik bir çabadır (hermeneutik metinlere yönelik felsefi bir metod olduğuna göre, bir filozofun felsefesini kendi biyografisiyle ilişkilendirmenin nasıl hermeneutik olduğunu anlayabilmiş de değilim.). Neyse, asıl meseleden sapmadan son olarak belirteyim:
    Benim derdim, ve bu derdi bir çok kişi ile paylaştığımı düşünüyorum, nasıl oluyor da Kürtlerin haklı mücadelesi sadece belli kişiler ve kesimler için bu (haklı) konumda? sorusu temelinde şekilleniyor. Neden Kürtlere yönelik devlet şiddeti görünür değil? Hangi iktidar mekanizmaları bu haklı başkaldırıyı haksızlaştırmak için devreye giriyor ve bu iktidar mekanizmaları nasıl işliyor? Yani benim derdim devlet ve devletin ideolojik aygıtlarını kullanma biçimiyle. Bu sorular ve bu tip bir yaklaşım, kendi öznelliğini devlet ve onun ideolojik aygıtlarının kurduğu söylem üzerinden kuran kişileri bağışlama çağrısı yapmıyor elbette (Çelik’in benim yazdıklarımdan nasıl böyle bir anlam çıkardığını kavrayamadım). Tam tersine derdim öznelliklerin devlet ideolojisiyle ilişkili olarak nasıl kurulduğu anlamaya gayret ediyorum. Yani “baba onları bağışla çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar” değil, ne yaptıklarının farkındalar ama neden böyle yaptıklarının, neden böyle düşündüklerinin farkında değiller demeye getiriyorum.
    Son olarak, mesele, evet birlikte yaşamak, en azından Kürtlerin büyük bir bölümü için bu böyle, ama Evrim Alataş’ın da dediği gibi bunca dökülen kandan sonra bu nasıl mümkün olur sorusu ile cebelleşmek gerekiyor. Yani kimlerle birlikte yaşamak istediğimizi tayin edebileceğimiz bir yerden mücadeleye devam etmek gerekiyor ve evet bunun için etek taşlarının dökümü gerekli, ama Çelik sanırım yalnış okumuş cümlelerimi; ben Kürtlere yönelik bir çağrıda bulunmadım, herkesin eteğindeki taşları dökmesini gerektiğini belirttim o kadar. Birlikte yaşamayı savunan biri için yüzleşme zamanlarını umut etmek kaçınılmaz, adalet de zaten ancak adil bir yüzleşme ile mümkün olabilir. Çelik’in adalet konusunda çok ayrı yerlerde durduğumuzu düşünmesi, benim için adalet talebinin tanınma, yüzleşme ve birlikte yaşam ekseninde cereyan ediyor olması ile ilgili olsa gerek, benim merak ettiğim Çelik ve Hakyemez için adaletin nerede durduğu.

  7. Yazarlar tarafından konu hakkında son derece doğru tespitler yapılmış. Aynı olguyu Nedim Şener, Ahmet Şık sürecinde de gözledik ve benzer eleştiriler Yalçın Küçük ve Soner Yalçın tarafından da yapıldı. Fakat şu soruyu sormamız gerekir: “Öyleyse ne?” Yazıdan çıkan sonuç, tüm siyasi tutukluların (örgüt üyesi olsun olmasın) özgürlüğü için eşit ağırlıkta mücadele verilmesi gerektiği. Bu ise eşyanın tabiatına aykırı; belirlenimsiz bir muhalefet tasavvuru olduğu kadar, mevcut (kendiliğinden, asgari…) tepkileri de boşa düşürecek bir yaklaşım.

    Samimiyetsiz, hesapçı tepkilerin eleştirilmesi, yetersiz ve kendi çevresiyle sınırlı tepkilerin ise eksikliklerinin vurgulanması ve tamamlanmaları ve nereye kadar doğru, nereden sonra yanlış olduklarının gösterilmesi gerekir. Soyut, herkesi eşit ölçüde sahneye taşıyan bir muhalefetin örgütlenmesi ise hayalciliktir. Buna karşın parçalı tepkilerle bütünün ilişkisinin, siyasal hedefiniz doğrultusunda (Demokrasi, Laiklik, Bağımsızlık, Kürt Halkının Kurtuluşu, Sosyalizm…) nasıl kurulacağı sorusuna cevap verilmesi gerekir. Bu doğrultuda muarız özneleri hukuksuzluk karşısında bir araya getirmek de, burjuva hukukunun sınırlarını aşan bir siyasal savunuyu gerçekleştirebilmek kadar önemlidir. Tabi tüm bunlar, postmodern felsefenin nasıl okunacağıyla değil, örgütlü siyasetin nasıl üretileceğiyle ilgili sorunlardır.

Trackbacks

Leave a comment