Geçmeyen geçmiş[1]

by Azad Alik

Talin Suciyan

Fotoğraf Bianet- 24 Nisan 2011, IHD'nin düzenlediği Anma Töreni

Geçtiğimiz Pazar günü Taksim’de “Hocalı’yı Anma Mitingi” adı altında yaşananlar, yeni ırkçı pogromların yaşanmasının nasıl da an meselesi olduğunu açık seçik ortaya koyarken, yazar ve insan hakları aktivisti Yelda’yı[2] hatırlıyorum. Yaklaşık 15 yıl önce, 6-7 Eylül Olayları’nı anmak için yapılan bir organizasyonda, Yelda, bu olaylarla ilgili özrün bugüne kadar dilenmediğini, dolayısıyla böyle bir olayın her an yeniden tekrarlanmasının mümkün olduğunu söylemişti. Bu cümle beni fena halde çarpmıştı. O zaman bu söylediğini anlamak, kabul etmek istememiştim. İlk gençlik iyimserliğim, hayatımı sürdürdüğüm ülkenin devletinin, insanlarının böyle bir şeyi yeniden yapabileceğini kabullenmek istememişti. Fakat o konuşmayı da hiç unutmadım. Sonraları, 6-7 Eylül Pogromu’nu anmak için yapılan bir sergi basıldı, olayların kendisine değil, fotoğraflarına dahi tahammül edilemediğini gördük hep birlikte. Bundan iki yıl önce Uluslararası Af Örgütü’nün o dönemki İstanbul temsilcisinin de bulunduğu bir ortamda, yeni seçilen uluslararası temsilcisiyle yaptığım röportajda,  6-7 Eylül ile ilgili Türkiye’den özür talep eden bir açıklama yapıp yapmadıklarını, ya da yapmayı düşünüp düşünmediklerini sorduğumda, İstanbul temsilcisi müdahale ederek, “Ama o olaylar 1955’te oldu.O zamanlar Af Örgütü yoktu bile” diyerek cevap verdi. Bilfiil bu alanda çalışan Af Örgütü temsilcisinin bile, affı dilenmemiş bir pogromun aslında savunulduğunu anlamamış olması, hele de o kadar zaman Türkiye’de görev yaptıktan ve 6-7 Eylül’ün hatırlanması, tekrarlanmaması için verilen mücadeleye tanık olmuşken, böyle bir şey söylemesi korkunç bir umutsuzluk hissini üzerime bırakıvermişti.

Yelda daha sonraki yıllarda Türkiye’den ayrıldı. Onun 90’lı yılların ilk yarısında söylediklerini anlamamız için işte bu kadar zaman geçmesi gerekti. Ama eminim Türkiye’nin kanaat önderlerinden pek çoğu Yelda’nın Türkiye’deki yaygın ırkçılıkla ilgili söylediklerini hatırlamamayı da tercih ederler. Ne de olsa, çok değil, bundan beş sene öncesine Hrant Dink’in öldürülmesine kadar Türkiye’de ırkçılık yoktu, ırkçılık bir Avrupa fenomeniydi! Geçtiğimiz günlerde Almanya’da, bir öğrencimizin açık açık biyolojik ırkçı[3] sözler söyleyerek beni ve diğer öğrencileri baskı altına alması üzerine bir toplantı düzenleyerek bu öğrencinin söylediklerinden özür dilemesini talep ettik. Bu toplantıda öğrenci şöyle bir cümle sarf etti “Ben Kafkasya’dan geliyorum, orada ırkçılık diye bir şey yok.”  İşte Türkiye’deki durum, bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca tam bu seviyedeydi. En liberalinden, en solcusuna, en mütedeyyinine, en parlak akademisyenine seviye buydu. Bu yaygın kanaat ancak 2007’nin 19 Ocak’ından sonra değişmeye başladı. O da haliyle hemen değil, bu ülkede adaletin mümkün olabileceğine inananların inançlarının tekrar tekrar kırılması sonucunda.

Evet, Hrant Dink davasından adalet beklemek bir yanıyla, insanın yaşadığı ülkeden umudu kesmek istememesi ise, diğer yanıyla da bilerek ya da bilmeyerek son yüz yıllık tarih bilincinin kendi ailesindeki yansımasından bile uzak durmasıyla ilgilidir. Başka bir deyişle, inkârcı tarih, insanları biyografik bilgilerinden dahi koparmayı başarmıştır. Büyükannesinin, büyükbabasının kim olduğunu, nereden geldiğini bilmeyenlerle, bu soruyu hiç sormamışlarla ya da kazara öğrenenlerle dolu bir ülkede yaşıyor olmamız tesadüf müdür? Bu ilişkilenememe, bu kopukluk, bu biyografik bilgi eksikliği, pek çok insan için bir “tabula rasa” rahatlığı, adeta geçmişsiz, gelecek yeni deneyimlerle doldurulacak heyecanlı bir hayat tahayyülü anlamına gelmiş besbelli. Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Süryanilerin, Kürtlerin son yüz yılı aşkın dönemde hiç sahip olmadıkları bir lükstür bu!

Aynen bugün artık “6-7 Eylül her an yeniden olabilir” fikrine ikna olmamız gibi, Dink davasının sonucu da toplumun belli kesimlerinde 1915’in devam ettiğine ilişkin ta derinde adı konamayan, rahatsızlık veren bir kara delik yarattı. O kara deliğe dikkatlice bakmak gerek. Bakabilmek için de cesaret. Onun bizi içine çekmesinden korkmak yerine, oraya bir mumla yürüyebilmek gerek. En önemlisi bu cesareti elimizden almaya kalkışanların karşısında saz gibi durabilmek gerek. Bu, 20. yüzyılın insanlığa ağır bedeller ödeterek öğrettiği insanlık onurunun gereğidir.


[1] “Geçmeyen Geçmiş”, Açık Radyo’da Işık Tamdoğan ile Christoph K. Neumann’ın yaptığı bir tarih programının ismiydi. Bu yazıyı yazarken, bu çarpıcı isim yine aklıma düştü. Mucitlerine teşekkür ederim.
[2] Çoğunluk Aydınlarında Irkçılık, Hele Bir Gitsinler Diyalog Sonra, İstanbul’da Diyarbakır’da Azalırken kitaplarının ve pek çok makalenin yazarı. Yelda, İHD İstanbul Şubesi’e bağlı, 1995 yılında kurulup sonradan adı Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon olarak değiştirilecek olan Azınlık Hakları İzleme Komisyonu’nun üyelerindendi. 90’lı yıllardan İHD’nin İstanbul Şubesi’nin yürüttüğü bu sistemli çalışma kendi alanında bir ilkti.
[3] Kafatası ölçülerinden, ağız burun özelliklerden yola çıkan 19. yüzyıl sonu modelli ırkçılık. Bu türden bir ırkçılığın bir dönem Türkiye’de de yaşandığını biliyoruz.

Leave a comment