“Ukala” Ermeniler Edebiyat Diyarında: Murat Belge ve Edebiyat Eleştirisinde Himayecilik*

by BillyUrfe

 

Ǥṏrkeɱ Ɖɐƾƙɐň

Murat Belge geçtiğimiz aylarda edebiyat tarihi ve eleştirisi kesişiminde değerlendirilebilecek kitaplarına bir yenisini ekledi: “Edebiyatta Ermeniler” (2013, İletişim Yayınları). “Edebiyatta Ermeniler”, kabaca “Ermeni Sorunu”nun Türk edebiyatında nasıl işlendiğini anlatıyor. Kitap daha önce Birikim dergisinde yayımlanmış “Edebiyatta Ermeni Sorunu” başlıklı iki makaleyi, içine şiiri de alacak şekilde aynı doğrultuda yazılmış birkaç bölümü daha içeriyor ve yazarın bizatihi Ermeni Soykırımıyla ilgili görüşlerine yer verdiği ek yazılarla tamamlanıyor. Belge, kitabın edebiyatla ilgili olan kısmında roman ağırlıklı olmak üzere son dönem Osmanlı yazını, Cumhuriyet ve günümüz Türk edebiyatından serbest bir okuma yaparak bir dizi roman ve şiiri “Ermeni sorunsalı”na yaklaşımları bazında ele alıyor, kendi sözleriyle söyleyecek olursak “etik, tarih, psikoloji ve sosyoloji çerçevesinde” eleştiriyor, konu hakkında “doğruyu” söyleyip söylemediklerini sınıyor (s.16). Fakat birkaç yerde belirttiği üzere kapsamlı bir tarama çalışması yaptığı iddiasında değil ve kitapların estetik meziyetlerini de ön planda tutmadığını, daha ziyade bilgiye odaklandığını vurguluyor.

Belge’ye kalırsa ve tabii görünen köy de kılavuz istemiyor, ele aldığı eserler “Ermeni sorunsalı”yla hesaplaşmada ekseriya sınıfta kalıyor. Sözgelimi Halide Edib Adıvar’ın 1915’ten önce cansiperane savunduğu Ermenilere sonradan “İngiliz uşağı” yakıştırması yapabildiğini, Attila İlhan’ın “Ermeni Kırımı”nı tarihsel bir olgu olarak inkâr etmediği halde Türk kültürünün ürünü olmayan bir şeyin (kitaptaki örnek: Pera) yıkılmasını tasvip ettiğini okuyoruz. Bu gibi çelişkili ve vahim, hatta buram buram şiddet kokan başka söylem örnekleri bulmak da mümkün. Belge’nin nitelemeleriyle “milliyetçi-mukaddesatçı” cenahtan gelen romancılar “görece ortada ve doğrudan solda yer alan” tanınmış romancılara kıyasla yazarın tiksintisine daha fazla mazhar oluyorlar. Nitekim yazar, okuduğumuz garabetleri eleştirirken sık sık gözde temaları olan Türk milliyetçiliği ve yabancı – bilhassa da Batı – düşmanlığına (zenofobi) atıfta bulunuyor.

Yazar, dünyadaki bütün milliyetçi edebiyatlarda benzer şeyler olduğunu kaydetmekle beraber bu gibi aşırılıkların alıcısının insanların “genel kültürlerinde bir incelme” olduğu takdirde azalacağı yorumunda bulunuyor (s.129). Aynı şekilde takıntılı bir biçimde kitaplardaki dilbilgisi hatalarını da ortaya seriyor ve “memlekette hem ‘Mahsun’, hem de ‘Kırmızıgül’ olan biri bulunduğuna göre böyle şeyleri dert etmemeli” (s.121) diye bağlayarak Türk entelektüelinin müzmin dertlerinden biri olan elitizmi selamlıyor. 2014-04-13 15.07.28

 

2014-04-13 15.08.07

Eleştirisinin olmazsa olmaz yönünü ise romanlarda geçen Ermenice insan adlarının doğru olup olmadığının tenkidi oluşturuyor. Okur bu sayede örneğin Vasil’in Ermeni değil Rum adı olduğunu ve bunu bilmenin “ilkokul düzeyinde bir bilgi” (s.30), “o cemaatlerle ilgili öğreneceğimiz en basit ve temel şeyler” (s.28) arasında olduğunu öğrenmiş oluyor. ‘Şakir diye Ermeni ismi olmaz, Avram Yahudi, Tasula Rum adıdır, Analiz diye isim olmaz Anahit olur…’ bu böyle devam ediyor. Bu gibi anlarda okuyucu kendisine bunların, hakeza polisiye türüyle ilgili bir tartışmanın edebiyat ve “Ermeni sorunsalı” ile ilgili olma iddiasındaki bir çalışmada yerinin olup olmadığını sorabiliyor. Fakat şu var ki bizce Belge bu tarz eleştirileri, bu kitabı böyle bir bağlam içinde yazmayı tercih ettiği için yapıyor. Yani araştırmasını Türk yazarlarla sınırladığı, tarih bilgilerinden tutun genel kültürlerinin kıtlığına kadar “sağcı” yazarlara verip veriştirdiği fakat hedef tahtasına her kisvesiyle ırkçılığı değil kiminki olursa olsun en barizinden bir milliyetçiliği, hatta kültürel incelmemişliği koyduğu bir bağlam. Bu bağlam yazarın sadece eser seçimleri ve eleştirisini değil, son tahlilde kitabın başlığı, kapsamı (içeriği) ve tüm söylemini bağlıyor.

Sosyal ve beşeri bilimleri seferber etmek suretiyle özellikle azınlık gruplarına yönelik ayrımcı söylemleri masaya yatıran “eleştirel söylem çözümlemesi” yaklaşımına göre söylem sahibi, metnin içinde neyin olup olmayacağına bağlam seçimiyle karar verir ve bağlam denilen şey kişisel ve öznel bir inşadır. Teun A. van Dijk bu düşünce silsilesine genel olarak zihinsel model adını verir; bilgi ve ideolojilerin sosyal ve bireysel biliş süzgeçlerimizden (bellek/hafıza vb.) geçerek zihinsel modelimizi yani düşünme ve kendimizi ifade etme biçimimizi – son kertede söylemimizi – etkilediğini yazar. Bu bakış açısına göre söylem, ayrımcılık dahil tüm ideolojileri (yeniden/) üretmeye yarayan bir araçtır, çünkü insan zihnini kontrol altına alabilir. Özellikle kitle iletişimi alanında “sembolik elitler” diye adlandırılan profesör, gazeteci ve siyasetçi gibi figürler ellerinde bulundurdukları ayrıcalıklı imkânlar sayesinde bunu sıradan insanlara kıyasla daha iyi becerebilirler ve kimileyin güçsüz ve kırılgan grupların aleyhinde bir güç (hakimiyet) unsuruna dönüştürebilirler (van Dijk, 2000; 2008). Burada aleyhten kasıt ayrımcılık dilidir ve ayrımcılık türleri (cinsiyetçilik, ırkçılık vb.) birbiriyle ilişkili olup, açık fikirli (liberal) ve eğitimli insanlar ayrımcılık dilinden sandıkları kadar ari değildirler. Söylem – ister yazılı olsun, ister sözlü – bir buzdağına benzer: belirgin ve görünür olan tarafları olduğu gibi gizli ve künhüne varması zor tarafları da vardır; bir kontrol veya ikna etme sistemi olarak içinde birçok zihinsel süreç/yapı barındırır. Aslında bu haliyle hepimiz, her gün çok sayıda söyleme imza atarız ama çoğunlukla, son tahlilde, medyada duyup öğrendiğimiz şeyleri tekrar ediyoruzdur. Bu da elbette okuduğumuz ve duyduğumuz şeylerin bizi etkileyebilme ve harekete geçirme gücünün kanıtıdır.

Bu çerçevede “Edebiyatta Ermeniler”e baktığımızda neler düşünebiliriz? Aslında ilk etapta başlık dikkati çekiyor. Hangi edebiyattan bahsedildiği belirtilmemiş. Kitapta “Türkiye’de üretilmiş edebiyat” dense de, Metin Celal ve Gizem Asya Genç’in de yazılarında (1) (2) belirttikleri gibi Ermenice ve Kürtçe edebiyat çalışmaya dahil edilmemiş ve sadece Türkçe kaleme alınmış edebiyata yer verilmiş. Başlıkla ilgili diğer bir nokta da, Ermenilerin nasıl bir dolayımla edebiyatla ilişkilendirildiğinin bir alt başlıkla açık edilmemesi. Ermenilerin kitaba “Ermeni Sorunu” üzerinden dühul ettiklerini, kitabı şöyle bir karıştırdıktan sonra kavrayabiliyoruz. Aynı zamanda bu iki olgunun, yani Ermeniler ve “Ermeni Sorunu”nun beraber anlaşılması/düşünülmesi, bu durumun içselleştirilmiş olması gibi üzerinde düşünmeye değer bir nüans da var. Kürt edebiyatıyla ilgili olarak ise sınırlı bir değiniyle karşılaşıyoruz ve onda da kerteriz noktası yazarın milliyetçi olup olmadığı sorusu oluyor.

Velhasıl bu gevşek okuma hali, kitabın Türk romanlarının “Ermeni Sorunu” ile ilişkisi hakkında söz söylemesi kadar sair konuda bilgiçlik taslamasına yarıyor. Mesela Türk edebiyatında azınlıkların, özellikle de kadınların ahlaken zayıf karakterler olarak temsil edilmesi eğilimine ilişkin eleştirisinde bugün genelevlerde çalışanların Türk/Müslümanlar olduğunu söylemek suretiyle Türkler açısından bir ikiyüzlülüğe işaret etmek isterken “İlle Frenk ithal etmemiz gerekmiyor, ‘yerli sermaye’ ile de idare edebiliyormuşuz. Bunun ‘transvestit’i filan da eksik değil. Onların arasında sıkı milliyetçiler de eksik değil” (s.33) diye yazarak bir başka azınlık grubu olan trans kadınlara sopa gösteriyor.

Hayatın pek çok aşamasında ayrımcılığa uğrayan ve günümüzde geçinmek için seks işçiliği dışında az sayıda seçeneği bulunan bu topluluğun neden ve üstelik niçin güya milliyetçilik ‘günahını’ işlemeleri dolayımıyla bu tabloya dahil edildiklerini anlamak mümkün değil. Sanırız transların trans oldukları için ipso facto anti-milliyetçi olmaları bekleniyor. Kadınları nitelerken “yerli sermaye” ifadesini, güya ödünç tırnak işaretleriyle kullanması da dikkat çekici: Yazar burada kendisinden değilse kimden alıntı yapmaktadır?

Ne söylendiği kadar nasıl söylendiğinin önemi yazarın bizzat Ermenilere dönük tasarruflarında da tecessüm ediyor zira kitap boyunca tartıştığı her konuda Ermenilerden yana bir tutum içinde gibi görünmesine rağmen bunu zaman zaman olumlu benlik temsili yoluyla yapması üsttenci ve himayeci bir tını yaratıyor. Örneğin “İstanbul’da genç yaştan itibaren Ermeni dostlarım olmuştur hep”, “onlar uzatmazdı, benim bunu nasıl kınadığımı ben anlatmadan anlarlardı” (s.8-9), “ben de üç aşağı beş yukarı, bunlara benzer nedenlerle sevmiştim Ermenileri” (s.10), “çok zaman derin bir karamsarlık hissedersiniz Ermeni dostunuzda” (s.213), “benim değerlerimi benimseyen bir insan Ermenilere bağımsız olmak istedikleri için suçlu gözüyle bakmaz” (s.237), “bir de ukala olurlar. Biliyorum, ‘ukala’, güzel bir söz değil ama açıklamaya çalışayım…” (s.11) vb. Bunlar en hafif tabirle konu hakkında yazma meşruiyetini kendinde gördüğünü ilan eden ve bu esnada Ermenileri nesneleştiren ifadeler. Ne kadar ‘açıklamaya’ çalışılsa da bir gruba homojen olduğunu varsayarak “ukala” demek, hatta birçok olumlu kişilik özelliği (işini iyi bilmek, iyi yapmak, insancıl olmak vs.) atfetmek dahi özcülük oluyor ve genellemecilik, indirgemecelik ve giderek ayrımcılık potansiyeli barındırıyor. Söylemin kazısında biraz daha derine inersek: aleni olduğu kadar üstü kapalı şekilde de tezahür edebilen (üstelik elit söylemlerinde böylesine daha sık rastlanabiliyor) ayrımcılık hallerini makul ve haklı gösterme yolları arasında domine etmek de bulunuyor (Reisigl & Wodak, 2001 içinde van Dijk, 1984).

Dahası, ayrımcılık, mevzu bahis edilen konuya yönelik kuşku duyma ya da mesafe koyma ve konunun öneminin ya da içeriğinin yumuşatılması gibi şekillerde dile gelebiliyor (van Dijk, 1991). Bu önermeleri yazarın özellikle “1915 Neydi? Genosid, Kıyım, Etnik Temizlik?.. Ne?” başlıklı makalesi özelinde düşünebiliriz. Ek olarak dahi olsa yazarın soykırım konusundaki düşüncelerini dile getirdiği bu makalenin kitaba eklenmesi, yazarın ‘edebiyat’taki Ermeniler’i nasıl bir bağlamda tartışmak istediğine ilişkin diğer bir gösterge. Yani soykırımdan bağışık olmaksızın ve o noktaya kadar seçtiği edebi eserler üzerinden yaptığı değerlendirmelere ilaveten “doğruyu” söylemeye devam ettiği alt metniyle. Halbuki yazarın zihinsel modeli kadar tartışma götürür bir başka şey de Ermeniler hakkındaki bir kitapta Ermeniler için öznelerarası bir doğru bilgi olan soykırım bilgisinin yazar tarafından muğlaklaştırılmasının ne derece etik olduğu.

Patronluk Taslamiyorum Sadece Daha Iyi Fikirlerim Var Kaynak: http://goo.gl/agmj1V

Patronluk Taslamiyorum Sadece Daha Iyi Fikirlerim Var
Kaynak: http://goo.gl/agmj1V

Yazarın bu bölümde yazdıklarını en yetkin olarak şüphesiz soykırım uzmanları eleştirecektir, fakat şimdilik söylemin peşinden gittiğimizde kafa karıştırıcı ifadelerle karşılaşıyoruz: Kitabın başlarında “‘tehcir’ filan da denmezdi; kendimi bildim bileli, olayın adı ‘Ermeni Kıyımı’ydı. ‘Genosid’ terimini ise henüz işitmemiştik” (s.8) deniyor. Belge benzer şekilde Tûba Çandar’la 2007 tarihli söyleşi kitabında “gene öyle diyorum, ama bu sonuçta hukukçuların karar vereceği bir şeydir. Ben bir hukukçu olarak tartışamam ama bunun bütün insanlığı ilgilendiren bir mesele olduğunu söylerim. Bu jenosid kapsamına girer mi girmez mi benim için tali bir mesele…” demişti (s.340). Elimizdeki kitapta ise iki yerde soykırımı şekilsel olarak tanıyor, fakat nihai olarak gene başka bir formül zikrediyor. O ifadelere yakından bakalım: (Lemkin’in soykırım tanımı bahsinden sonra) “Evet, söz konusu olan tartışmasız ‘soykırım’dır, ‘Genosid’dir” (s.226), (Naziler ve İttihatçılar arasında çeşitli kıyaslamalar yaptıktan sonra) “Peki, bu, ‘Ermeni Kıyımı’ diye öğrendiğimiz olayın bir ‘genosid’ olmadığı anlamına mı gelir? Bence, hayır, gelmez” (s.237). Buraya kadar tamam; şimdi bir de bundan sonraki ifadelere bakalım:

  • “Yani zor, insanların ortaya çıkıp ‘Biz “genosid” yaptık’ demesi. Sonuçları da korkutucu” (s.228).
  • “‘Genosid’ kavramı Generic bir ad olmuş. Her şeyi o aynı torbaya atıyoruz – ya da hiçbir yere atamıyoruz” (s.229).
  • (Yakın tarihte insanlığa karşı işlenmiş suçların bir kısmından söz ettikten sonra) “Ama ‘suçlu’ sayısı artarken, ‘suç’un mahiyetinin de daha iyi tanımlanması gerekiyor” (s.230).

Özetle, bu ve bunun gibi nedenlerle “Lemkin’in ‘genosid’ tanımlamalarına şüpheyle ve eleştirel bir biçimde” bakmaya başladığını yazıyor (s.228). Ve “‘hukuk’un kategorileri o kadar fazla ilgimi çekmiyor” (s.226), “bugün bu kategorilerin hukukî geçerliliği yok; olsaydı, ‘etnik temizlik’ kategorisine daha yakın bulduğumu söylerdim” (s.237) diyerek bağlıyor.

Yazarın 2005’teki bir söyleşisinde Ermeni diasporasına “genosit terminolojisinden vazgeçmelerini” salık vermesinden bu yana jenosid kelimesine biraz daha ısındığını söyleyebiliriz, fakat yukarıdaki dolambaçlı ifadeler kadar “soykırım terimini kullanıp kullanmamak” ile PKK’nin telaffuzu (“öteki bitmez tükenmez olayda da ‘Pekaka’ mı diyorsun, ‘Pekeke’ mi, bunun, dediğin o şeyden daha önemli olması gibi”, s.225) arasında bir analoji kurabilmesinden de iki ayrı topluluğun politik ırkçılığa karşı verdikleri mücadelenin gösterenlerini kabullenmeye (üstelik bu gruplara duyduğu sempatiye karşın) pek istekli olmadığı anlaşılıyor.

Toparlarsak, “Edebiyatta Ermeniler”, kurduğu bağlam yani edebiyatta Ermenileri başlı başına “Ermeni sorunsalı” ile bir arada ele alma niyeti, metodolojik kısıt (Kürt edebiyatını dışlaması), mevcut tercihleri ve üslubu nedeniyle, yazarın soykırım konusu dahil olmak üzere siyaset, Türkiye toplumu ve diğer şeylere dair fikirleri hakkında bir kitaba dönüşmüş. Yazar, Edebiyattaki Ermeniler’e karşı müşfik, incelediği eser ve yazarlara karşı keskin, fakat – belki de “Ermenilerin uğradığı kötü muameleye çok üzülmekle birlikte bunlardan ben sorumlu değilim, kendimi suçlu hissetmiyorum” (s.11) düşüncesinde olduğu için – edebiyat dışındaki Ermenilere karşı dostane bir şekilde otoriter olduğu kadar, onların bilgisine ve mücadelesine karşı mesafeli.

 

*Yazıya eleştiri ve önerilerinden dolayı Ayda Erbal ve Burcu Gürsel’e teşekkür ediyorum.

Yararlanılan kaynaklar:

Belge, M. (2013). Edebiyatta Ermeniler. İstanbul: İletişim.

Çandar, T. (2007). Murat Belge / Bir Hayat… İstanbul: Doğan Kitap.

Reisigl, Martin & Ruth Wodak. (2001). Discourse and Discrimination: Rhetorics of Racism and Antisemitism. London: Routledge.

Van Dijk, T. A. (1991). “Denying Racism: Elite Discourse and Racism.” Amsterdam, Conventry ve Duisburg’daki konferanslarda bir kısmı sunulmuş tebliğ.

Van Dijk, T. A. (2000). “Ideology and Discourse: A Multidisciplinary Introduction.” Universitat Oberta de Catalunya için online ders notları.

Van Dijk, T. A. (2008). Discourse and Context: A Sociocognitive Approach. Cambridge University Press.

 

Leave a comment