Özür Dilemek “Bildiğiniz Gibi Değil”*

by Ayda Erbal

Ayda Erbal**

Türkiye’nin şimdiye kadar kendi odalarında kendi aralarında konuşup siyaset yapanları bir araya gelip birbirleri hakkında bunca yıldır biriktirip durdukları husumeti ortaya döktükçe kamusal alandaki “özür”ler de çoğaldı. Bir önceki cümlede özür kelimesinin tırnak içinde kullanmamın nedeni, şimdiye kadar, Türkiye’li aydınların Ermeniler’den dilediği “özür”, Başbakan Erdoğan’ın Dersimliler’den dilediği “özür”ü ve BDP Milletvekili Sırrı Sakık’ın bugünkü ve daha önceki “özür”leri dahil kamusal alandaki özürlerin hiçbirinin literatürde geçen özür kriterlerine uymaması. Hatta diyebiliriz ki son yıllarda kamusal alanda özürlerin neredeyse hepsinin ortak noktası, üzerine bir kez daha özür dilenmesi gereken metinler olmaları.

Türkiye’li aydınların Ermeniler’den “özür”ünün, özür gereken bir mesele olduğu konusunda kamuyu eğitmekle birlikte, kişilerarası basit özür standartlarına bile uymaması ve pek çok başka siyasal ve felsefi sorunun yanısıra neden özür dilenen tarafa karşı peşin bir şiddet içerdiğini şu kitaptaki Mea Culpas, Negotiations, Apologias adlı bölümde uzun uzun yazdım. Burada tekrar o konuya girmeyeceğim. Başbakan Erdoğan’ın Dersim özrünün niye özür olmadığına ilişkin Bilgin Ayata ve Serra Hakyemez yakında yayımlanacak bir yazı yazdılar.*** Ancak genel kural olarak içinde “eğer” sözü geçen herhangi bir önermenin başka bir metinsel analize tabii tutulmadan özür sayılamayacağını söylememiz gerekiyor. Literatüre “if apologies” “şartlı özürler” diye geçmiş bu tür, özür dilenirken yapılmaması gerekenler konusu başlığı altında epeyce geniş yer tutuyor. Özür meselesinin Türkiye’den daha ciddiye alındığı yerlerde genelde bu çeşit özürler özürden zaten sayılmadığı gibi, özür dilenen tarafa yeniden özür isteme hakkı da veriyor. Tarafların özürden memnun olmadığı zaman yaptıklarına ilişkin son zamanlardaki en ilginç örneklerden biri Apple ve Samsung arasında İngiltere mahkemelerinin de karıştığı “özür” olayı. Cep telefonu piyasasını yakından takip edenlerin hatırlayacağı gibi, mahkeme Apple’ın Samsung’dan dilediği özrü yetersiz bulmuş ve bu nedenle Apple’ın Samsung’un dava giderlerini de karşılamasına karar vermişti (bkz burası).

Her ne kadar Türkiye’de kamuoyuna yansımış özürlerin pek çoğu standart altı da olsa, yine de standartaltılıklarına rağmen kamuoyunu eğittiklerini söylememiz gerekiyor. Bu özürlerin yetersizliklerinin bir nedeni özür dileyenlerin metinlerinin standartaltı olmasıysa, diğer bir nedeni de Türkiye’nin medyasında bu standartaltılığa heyecanla meşruiyet veren gazeteciler. Türkiye’de de bir gün anaakım köşe yazarlarının pek çoğu akla hayale gelebilecek her siyasi konuda görüş bildirmekten vazgeçip işlerini ve varsa ilgi alanlarını ciddiye aldıklarında kamuoyunun da tepkisi normalleşecektir. Fakat bu konudaki tek eksiklik gazetecilerden de gelmiyor. Örneğin DurDe gibi bir insan hakları kuruluşu bile özürler konusunda hiç çalışmamış oldukları ayan beyan belli demeçler vererek ya da verilen demeçlere hiç mesafeli durmadan twit atabiliyorlar (bkz bugünkü DurDe twiti).

Sırrı Sakık’ın geçenlerde Ermenilerden dilediği “özür”ü hakkında ayrıca yazılması gerekiyor. Ancak Sırrı Sakık’ın dünkü sözlerine dair bugünkü özrünün niye özür olamadığının metin analizine geçmeden önce, özür literatüründe genel olarak kabul görmüş asgari gerekliliklerin ne olduğuna bakalım.

 

NASIL BİR ÖZÜR?

Siyasi özürlerin ne içermesi gerektiği başlıbaşına bir tartışma olmakla beraber, muvaffak bir özrün bu literatürde de kabul görmüş 4 bileşeni var. (Nick Smith gibi felsefecilerse bir özrün kategorik olarak özür olarak kabul edilmesi için bundan çok daha fazlasını sağlaması gerektiği görüşündeler)

–           Özür dilenecek kabahatin ne olduğunun açıkça ifadesi

–           Utanma, tevazu ve içtenlik ifadesi

–           Kabahati tekrarlamamaya ilişkin niyet ifadesi

–           Kabahattan dolayı oluşmuş maddi manevi zararı tamir /onarma

Yukarıdaki kriterlerden özellikle birincisine göre kabahati olan öznenin kabahatin hem ne olduğunu açıkça ifade etmesi hem de kabahati işlemiş taraf olarak sorumluluğu üzerine alması ve bütün bunları edilgen dil kalıplarına kaçmadan yapması gerekiyor. Bu kriterlerden içtenliğe ilişkin olan içinse şunu söylemeliyiz. Bir özrün içtenlikle ifade edilmiş olması o özrü otomatik olarak muvaffak özür yapmaya yeterli olamayabiliyor. İnsanlar içtenlikle de başarısız özür dileyebiliyorlar. Örneğin Türkiye aydınlarının “Ermenilerden özür kampanyası” özür değildir derken metni imzalamış otuzbin üzerinde Türkiye vatandaşının içtenliğine ve kendilerince bir şeyler yapmaya çalıştıklarına ilişkin niyetin iyiliği değil sorgulanan. Üçüncü kriterse özrün bir yap-boz-yap-boz sarmalına girmemesi için önemli. Gerek özel gerekse kamusal alandaki özürlerin geleceğe ilişkin bağlayıcılığı olması gerektiği düşünülüyor. Zira özür dilemenin bir ağırlığı, bağlayıcılığı ve iki taraf için de sağaltıcılığı olması gerekiyor. Bütün bunların yanısıra özellikle kamusal alanda dilenen özrün mağduru bir kere daha mağdur etmemesi gerekiyor. Örneğin bu metnin yazarı olan ben, okuyucusu olan size karşı bir kabahat işlediysem ve siz bu kabahata ilişkin benim özrümü kabul etmeye henüz hazır değilseniz (ki mağdurların hem böyle bir hakları, hem de özrü kabul etmediklerinde düşmanlaştırılmayacaklarını bilmeye hakları var), ben de bunu bildiğim halde sizden kamusal alanda özür dilemeye kalkıyorsam, burada mağduru daha da mağdur etmeye ilişkin agresif bir yatırım olduğu düşünülüyor. Özellikle kamusal alandaki özürlerde mağdurun kimden nasıl bir özür beklediği ya da özür bekleyip beklemediği gibi meselelerin ciddiye alınması, hatta geniş müzakereci bir tutumla mağdur tarafın beklenti ve isteklerinin öğrenilmesi gerekiyor.

Özellikle savaş suçları, etnik temizlik, soykırım gibi tarihsel suçlara dair durumlarda mağdurun haklarına ilişkin oldukça enteresan bir makale yine aynı kitapta Andrea Erkenbrecher tarafından kaleme alınmıştı. Erkenbrecher bu makalesinde Nazilerin bir günde yerle bir ettikleri Fransız köyü Oradour Sur Glane mağdurlarından az sayıda hayatta kalanların sayısız sivil toplum ve siyasi özür denemelerine rağmen özrü kabul etmediğinin bir tarihini yazarken aynı zamanda mağdurların barışmama hakkının da olduğunu düşünmemiz gerektiğini söylüyor. Yine parallel bir bağlamda 90’larda Oglala Sioux kabilesinin Amerikan Yedinci Süvari Alayı’nın Güney Dakota’da Wounded Knee bölgesindeki 1890 yılındaki katliamına dair özrü kabul etmemesi geliyor akla.[1]

Kamuoyundaki özürlerin sayısının artmasının genelde hem tek tek bireylerin, hem kurumların, hem de siyasi aktörlerin sorumluluklarını kendilerine hatırlatmaları ve hesap verebilirliğin sadece kağıt üzerinde değil toplumda yaşayan bir norm olarak da yerleşmeye başladığının da bir göstergesi. Dolayısıyla dilenen özrün muvaffakiyetinden bağımsız bu çeşit bir normatif fonksiyonu var. Keza aynı şekilde özür dilenmesi gereken durumlarda dilenmemiş ve hatta daha da ileri gidilerek mağdur olanı daha da mağdur etmiş tutumlar da bir negatif öğrenmeye neden oluyor. Örneğin Metis Yayınları editörü Semih Sökmen’in Hamza Aktan’ın Rojin Akın ve Funda Danışman’ın “Bildiğiniz Gibi Değil” kitabına ilişkin intihal iddialarında sorumluluk alıp Aktan’ın argümanını fikir hırsızlıkları çerçevesinde ciddiye almak yerine kendisinin kurumsal gücüne de dayanarak Aktan’ın hem karakterine hem de ne yapması gerektiğine dair ders vermeye devam ettiği durumda olduğu gibi.[2] Bütün iktidarını çeşitli siyasi ve entelektüel mülahazalar yanısıra, başkalarının fikir haklarının pazar değerini belirlemek üzerinden kurmuş bir yayınevinin intihal konusunda verdiği tepkinin hem kendisi hem de kolayca hasıraltı edilmiş olması Türkiye’nin entelektüel iklimine dair çok şey söylüyor. Misal bu evsahibini bastırmaya çalışmış yiğit-hırsızlık durumunu Ağustos ayında Fareed Zakaria’nın bir süre CNN network’ünden çekilmesine de neden olacak durumla karşılaştıralım –ki o durumda da Zakaria’nın özrü muvaffak bir özrün birinci kriterine uymuyordu aslında.

SIRRI SAKIK’IN “ÖZÜR”Ü

Gelelim Sırrı Sakık’ın özrü kabahatini aratmayacak kadar sorunlu özür metnine. Ancak ondan önce Sırrı Sakık’ın çarpıtıldığını iddia ettiği sözlerine sonra da özür metninin içeriğine bakalım.

İZZET ÇETİN (Kocaeli) – Ulus kavramını bilmiyorsun! İşinize gelmiyor değil mi ulus kavramı?

SIRRI SAKIK (Devamla) – Bakın, bugünün katliamı… Sözüm ona, AK PARTİ’den biri de çıkıp buna cevap veriyor. Efendim, sizi eleştiriyor… Ama kaş yaparken göz çıkarıyorsunuz. Sizde de bu diğer halklara karşı düşmanlık nedir Allah aşkına? Bu ülke sadece siz Sünnilerin, Türklerin, bilmem kimlerin babasının çiftliği midir? Burada Ermeniler de yaşıyor, Yahudiler de yaşıyor, Rumlar da yaşıyor ve diğer halkalara da saygılı olun. Yani, onların söylemleri ne kadar ırkçıysa sizin bu davranışınız da bir o kadar ırkçıdır ve size açıkça söylüyorum: Gidin, Çanakkale’ye bakın, Çanakkale’de sadece sizin atalarınız gidip orada savaşmadı. Sonradan bu ülkeyi kendisine vatan edenler, Kafkaslar’dan, Boşnaklar’dan gelenler, siz bu ülkenin sahipleri değilsiniz, haddinizi bileceksiniz.[3]

Gazetelerin ve sosyal medya aktivistlerinin pek çoğunun Sırrı Sakık’ın metnini hiç sorunşallaştırmadan eylemi tarif etmeye yönelik “Sırrı Sakık Özür Diledi” şeklindeki haberlerinin nedeni olan Sakık metni ise şöyle.[4]

“Dün genel kurulda yapmış olduğum konuşma ne yazık ki farklı yansıtıldı ve farklı noktalara çekildi. Biz her türlü ırkçılığa, ayrımcılığa, asimilasyona, baskıya ve zulme maruz kalmış bir halkın temsilcileri olarak asla ırkçı-milliyetçi bir tutum içerisinde olmadık, olmayız. Türkiye’deki bütün farklı etnik kimlikler başımız gözümüz üzerinedir. Bizim sorunumuz halklarla değil, tekçiliği dayatan, farklılıkları yok sayan sistemledir. Kesinlikle söylediklerimde her hangi bir kasıt yoktur. Benim vicdanım bütün kimliklere notrdur. Bu topraklarda yaşayan 75 milyon, en az benim kadar bu toprakların sahibidir. Sözlerimin maksadını aştığını düşünerek incinen her kim var ise özür dilerim.

Oldukça sorunlu olan bu metni bileşenlerine ayırarak nelerin sorunlu olduğuna bakalım.

1-        Dün genel kurulda yapmış olduğum konuşma ne yazık ki farklı yansıtıldı ve farklı noktalara çekildi.

Sakık ne yazık ki birinci cümlesiyle söylediği sözlerin sorumluluğunu almak yerine, kabahati sözü aktaranlara atıyor. Haber siteleri acaba sözleri çarpıttı mı diye baktığımızda Meclis tutanaklarının haber sitelerinin çerçevesini desteklediği görülüyor. Dolayısıyla burada hiçbir çarpıtma yok.

2-        Biz her türlü ırkçılığa, ayrımcılığa, asimilasyona, baskıya ve zulme maruz kalmış bir halkın temsilcileri olarak asla ırkçı-milliyetçi bir tutum içerisinde olmadık, olmayız. Türkiye’deki bütün farklı etnik kimlikler başımız gözümüz üzerinedir.

Sakık burada kendisinin mağdur bir halktan gelmesini yani mağdur deneyimini özselleştirip, mağdurlar ırkçılık, ayrımcılık sözkonusu olduğunda kimseyi mağdur etmez diyor. Ancak bunun hem Türkiye özelinde hem de dünya genelinde sayısız örnekleri mevcut. Abdullah Öcalan’ın düşüncesinde Yahudiler ve İsrail meselesine bakmak ilginç olurdu. Ancak henüz yazılmamış bir külliyat yerine yazılmış bir şeye bakmak isteyenler Rıfat Bali’nin Türkiye’nin mağdurları gerek mütedeyyin gerekse Ermeni gazetecilerin yazılarındaki anti-semitik öğeleri incelediği şu yazısına bakabilirler. Dünyadan örnekler içinse Mahmoud Mamdani’nin Rwanda Soykırımını anlattığı “When Victims Become Killers” (Mağdurlar Cani Haline Geldiğinde) adlı eserine bakılabilir.

Dolayısıyla burada Sırrı Sakık’tan beklediğimiz mağdurluğa ilişkin bir öze atıfta bulunması yerine sözlerinin siyasi sorumluluğunu alması, zira mağdurları diğerlerinden ayıran o çeşit bir meleksi öz olmadığı gibi, bu çeşit bir öz savunmanın kendisi özcü, ayrımcı bir tutuma işaret ediyor.

3-        Bizim sorunumuz halklarla değil, tekçiliği dayatan, farklılıkları yok sayan sistemledir. Kesinlikle söylediklerimde her hangi bir kasıt yoktur. Benim vicdanım bütün kimliklere notrdur. Bu topraklarda yaşayan 75 milyon, en az benim kadar bu toprakların sahibidir.

Sakık burada üçüncü kez topu taca atarak bu sefer de kendisinin Birgül Ayman Güler ve destekçilerine karşı haklı konumunu haksız hale getiriyor. Türkiye’deki siyasi sistemin muhalefeti de dahil kabaca tekçiliği dayatan, farklılıkları yok sayan bir sistem olduğu konusunda Sakık’la hemfikirim. Liberal muhalefetin çok az bir kısmı hariç, tek çeşit Kürt (BDP-PKK hattına biat eden ve mümkünse AKP’li olmayan), bir çeşit Türkiye Ermenisi (Agos ve çevresi) ve bir çeşit Yahudi (mümkünse İsrail’i yerden yere vuran) görmek istiyor. Bu seçilmiş ötekiler genelde çoğunluğun kendisini iyi hissettiren azınlıklarından mürekkep –ki bunun tarihsel ve siyasal nedenlerini daha uzun tartışmak ve bu seçmeci tutum içinde olanların siyaseten ne yaptığına ilişkin Türkçe’ye bu konuda yeni terimler kazandırmak lazım, örneğin İngilizce’deki tokenism gibi. Ancak Sakık konuşmasında bu ayrıştırmayı yapamıyor ve doğrudan yerlilik / sonradan gelmelik üzerinden bir hiyerarşi kurup o noktadan eleştiriyor. Geçen hafta öne çıkmış CHP milletvekillerinin söylemleri eşit vatandaşlık ilkesine ne kadar aykırı ve kabul edilemezse Sakık’ın söyledikleri de o kadar aykırı ve kabul edilemez. Taner Akçam ve Ümit Kurt’un son kitapları Kanunların Ruhu’nda gerek Osmanlı gerek Cumhuriyet yasalarıyla vatandaşlık dışında bırakılmış Ermenilerin de hakkının tartışıldığı bir ortamda, tartışmanın bir yandan varolan vatandaşlık çerçevesinin iyileştirilmesine, bir yandan da o çerçevenin genişletilmesine ilişkin bir eksene evrilmesi gerekiyor – ki eski diplomatlardan Volkan Vural’ın da bu yönde söyledikleri de var (Bkz şurası).

Sakık’ın sözlerinde kasıt olmadığını hatta söylediklerine gerçekten üzüldüğünü de kabul edebiliriz ama o durumda da sözlerin kasıtlı olmasından bağımsız bir kabahat var. Özrün özür olabilmesi için kabahatin olduğu biçimiyle sahiplenilmesi gerekiyor.

4- Sözlerimin maksadını aştığını düşünerek incinen her kim var ise özür dilerim.

Bu cümle başarısız özürler altında defalarca tekrarlanmış, özür literatürü taramışlar için çok bilindik bir cümle aslında. Sakık sanki sorunlu olan kendi cümlelerinin içeriği değil de bu cümlelerin maksadını aştığını düşünerek incinenlermiş gibi yapıp topu son bir kez daha taca atıyor. Halbuki sorun karşıdakilerin duyarlılığı ya da kolay incinirliği değil, sorun Sakık’ın Perşembe akşamki genel kurul konuşmasının içeriğinde, dolayısıyla sorumluluk Sakık’ta. “Her kim var ise” cümlesi ise mağdurun kim olduğunu belirsizleştiriyor –ki hem bu durumda hem Birgül Ayman Güler’in, hem de önce Hasip Kaplan sonra Altan Tan’ın konuşmalarına maruz kalmış vatandaşlar olarak hepimiz mağduruz, sadece Kürtler, Kafkaslardan gelenler ya da Boşnaklar değil. [5]

Son olarak bu yazıdan da anlaşılacağı üzere özür dileme eyleminin kendisi kadar hem özrün dilenme biçiminin (örneğin kamusal kabahatların her zaman kamusal özürler gerektirmesi gibi), hem de dilenenin özür kriterlerine uyup uymadığının da gazeteciler bu konuda hepimiz adına kesin karara varmadan kamusal alanda tartışılması gerekiyor.  “Özür diliyorum” kelimesi sadece performatif bir eylem bildiriyor, ancak eylemin hem özür kriterlerine göre hem de mağdurların kendisi tarafından özür olarak kabul edilip edilmeyeceği ise bambaşka bir tartışma. Umuyoruz bu yazı kamusal alanda sadece eyleme değil aynı zamanda içeriğe ilişkin böyle bir tartışmaya katkıda bulunabilmiştir.


* Yazıya eleştirileriyle ivedilikle katkıda bulunmuş olan Burcu Gürsel, Gökhan Erdoğan ve Ayşe Özdemir’e teşekkür ediyorum.

**Ayda Erbal, New York Üniversitesi, Siyaset Bölümü @aydalabre 

*** Ayata ve Hakyemez’in yazısını basılmadan önce okumuş olmama rağmen, Ayata zaman farkı nedeniyle resmi referansı, bu yazı Azad Alik’te  yayımlandıktan sonra gönderebildiği için bu referansı yazı basıldıktan sonra ekleyebiliyoruz: Bilgin Ayata, Serra Hakyemez (2013): “The AKP’s Engagement with Turkey’s Past Crimes: An Analysis of PM Erdoğan’s “Dersim Apology”,” Dialectical Anthropology, Spring 2013.

[1] http://www.history.com/topics/wounded-knee

[2] Metis bu tartışma sırasında kitabın ikinci yazarı Funda Danışman’ın Hamza Aktan’dan özel alanda dilediği özür hiç yokmuş gibi yaparken, Funda Danışman’ın kamusal alandaki kabahatine ilişkin kamusal alanda özür dilememiş olması da ayrıca sorunluydu.

[3] Yukarıdaki alıntıyı TBMM’nin sayfasından aldıysam da http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/Tutanak_B_SD.birlesim_baslangic?P4=21884&P5=H&PAGE1=1&PAGE2=64  Sakık’ın sözlerinden Perşembe gecesi Emre Keskin’in twitleri sayesinde haberdar oldum, kendisine teşekkür ediyorum.

[4] Gerçi Sırrı Sakık’ın özrünün özür olduğu konusunda peşin hüküm verenler sadece aktivistler değil aynı zamanda BDP’li siyasetçilerdi. Örneğin BDP’li Ferhat Tunç şu twiti attı https://twitter.com/ferhatttunc/status/297442180644081664

[5] Ayman Güler, Kaplan ve Tan ile ilgili yazımı hafta başında Armenian Weekly sayfalarında okuyabilirsiniz.

17 Responses to “Özür Dilemek “Bildiğiniz Gibi Değil”*”

  1. Sırrı Sakık, Kürt siyasetinin ‘asli unsur Kürtler ve Türkler’ tespitinin bilinçaltını safça ve masumca aşikare eyledi. ‘Asli unsur’ tespitinin dışında kalanlar teferruatı ile meşgul etmeyiniz Türk ve Kürt siyasetçilerini. Hele hele Zazalar zaten ‘kürt tür, zerre kadar Kürtlerden farksızdır’ der Kürt siyaseti. Türkiyeli ‘demokratlar’, ‘sosyalistler’, ‘insan hakları savunucuları’ Kürt siyasetinin şemsiyesi, gücü altında onların asli unsur tespitleri ile mutlu yuvarlanır giderler.

  2. pes bravo!.. derli toplu, çok anlamlı bir yazı olmuş. hem ayda erbal’a hem diger katkı sunanları kutlarım…

  3. Reblogged this on Onur Erem and commented:
    Özür dilemek üzerine:

  4. özür dilemeyide anlamsızlaştırdık.böyle özür dileyip ardindan nefret söyleminden kaçınmıyor insanlar..siyesiler bizleri akılsız sanıyor..oysaki tarih affetmediği gibib ben asla affetmeyeceğim nefreti sürdürenleriiii

  5. Biraz uzunca olacak. Şimdiden herkesten özür dilerim. Yazınızı okuduktan sonra ve yazıya gelen tepkiler üzerine, kafamda benimle dolaşanları sizinle paylaşmak istedim. Özellikle şu “abilik müessesesi” üzerine..

    Filmi, kendi kişisel tarihim üzerinden biraz geriye sarıyorum. Ama vurgulamak istediğim yere usulünce bağlamaya gayret edeceğim.

    1980 askeri darbesi sonrasında sol ağır darbe almışken ve çoğu sol kadro cezaevine girmişken, 1980’lerin ortasında işçi hareketi, 1980’lerin sonlarında öğrenci hareketi, dışarıda, yeniden yükselmeye başlamıştı. Ama bu yükselişin kendi dinamikleri vardı.

    Diğer yandan neo-liberalizm bu isimle deyim yerindeyse “şahlanmış” (o sırada arkadaşlarım ve iş bulmaya çalışanlar arasında özel sektör ve maaşları çok revaçtaydı, sonrasında gelen ekonomik krizler onları çok vurdu, yüzlerini tekrar “kamu”ya döndüler) bir taraftan da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve SSCB’nin dağılması “yeni dünya düzeni”ni yaratmıştı.

    Tam da bu dönemde (işçi ve öğrenci hareketleri yükselmişken), yukarıda sözünü ettiğim sol kadrolar cezaevinden çıkmaya başladılar (1980’lerin sonları, 1990’ların başlarına tekabül ediyor) ve çıkar çıkmaz da, kendi meşreplerince duruma hakim olmaya çalıştılar. İşte tam da burada “abilik müessesesi” devreye girdi.

    İşçi ve öğrenci hareketi içindeki aktivistler istim üzerindeyken, bu “abi”ler meseleye “el koyup” kendi denetimleri altına almaya, suyu, kendi bildikleri şekilde akıtmaya çalıştılar. Bu, bazı yerlerde tuttu. Ama bazı yerlerde de çok tutmadı. Ben, tutmadığının canlı tanığıyım.

    Sizin aracılığınızla, geçmişe bir yolculuk yaparken şunu gördüm/görüyorum: Geleneksel çalışma tarzı ya da söylemlere sahip olanlar (ve hatta buradan nemalananlar) bu kurumun (“abilik müessesesi”) tesisine çok istekliler. Geçmişleri (maalesef), kendi cenahlarında bir “kariyer ofisi” gibi cv’lerini dolduruyor sanki.. Ama iş, yeni bir paradigma üretmeye, onun arkasında durmaya gelince bundan imtina ediyorlar. İmtina etmekle kalsalar yine iyi diyeceğiz. Fakat kendi söylemlerini bozan/silkeleyen yeni söylemin (keşke sadece söylemle ilgilenseler, ama daha çok da, amiyane tabirle belden aşağı vurarak ve söylemin sahibini itibarsızlaştırmaya çalışarak) kimi zaman eski ilişkilerini de devreye sokarak “sesini kısmaya” çalışıyorlar.

    .. ve fakat, zaman bize o kadar çok göstermiştir ki, bunlar sökmez. Eğer bir fikriniz varsa, buyurunuz. Ama bu, deyim yerindeyse ayak oyunları ve her türden, üretime/anlamaya/tartışmaya değil, yıpratmaya dönük çabalar beyhudedir.

    Konuyu biraz uzattım. Ama şu kadarıyla özetlememe izin veriniz: Yazdığınız/eleştirdiğiniz/üzerinde kalem oynattığınız şeyler değerli ve kıymetliler. Ben kendi adıma onların arkasında duruyorum. Aksi bir görüşe sahip olursam da, bu fikrimi sizle paylaşmaktan imtina etmem. Ama bunların paylaşılması, duyurulması, entelektüel camiadaki bu hegemonyanın kırılması için elimden geleni yaparım.

    Bu uzun iletiyi okumaktaki sabrınız için şimdiden teşekkür ederim.

    Muhabbetle..

    Barış

  6. Dediklerinize büyük oranda katılıyorum. Ancak Türkiye’de anti semitizm konusunda Rıfat Bali’yi referans göstermeniz dışında. Kendisini İsrail Devleti konusunda fazla yanlı bulduğumu ve anti semitizm kriterini İsrail karşıtlığına bakarak kurduğunu söylemek isterim. Gerçi dünyada böyle de bir trend var İsrail’i eleştirmek = anti semitizm olunca anti semtizm her yerde aranmadan bulunan birşey haline gelebiliyor.

  7. Bilesenlerine ayirma yontemiyle analiz! Cok guldum vallahi. Ozur dilemek konusundaki felsefi atifin konuya getirmedigi enteresan aciyi da vurgulamamak olmaz! Kurtler maalesef bu tip elestirilere cevap verecek bir entellektuel ozguvenden yoksunlar. Bu tip elestirilerin bu sureci hizlandirmasini umuyorum. Bu elestiri yazisinin baska bir anlami oldugunu dusunmuyorum.

  8. Bilesenlerine ayirma yontemiyle analiz! Cok guldum vallahi. Ozur dilemek konusundaki felsefi atifin konuya getirmedigi enteresan aciyi da vurgulamamak olmaz! Kurtler maalesef bu tip elestirilere cevap verecek bir entellektuel ozguvenden yoksunlar. Bu tip elestirilerin bu sureci (ozguven sureci) hizlandirmasini umuyorum. Bu elestiri yazisinin baska bir anlami oldugunu dusunmuyorum.
    (commenti approve dersiniz bu versiyon daha anlasilir olur, approve etmezseniz de caniniz sagolsun)

Trackbacks

Leave a comment